30 Mart 2010 Salı

GİRİŞ


Herşeyden önce, bu kitapta ele alınan "terör" kavramının günlük lisanda kullanılan terör kavramından daha geniş bir kapsamı olduğuna dikkat çekmek yerinde olur. Güncel Türkçe'deki terör kavramı, genellikle kurulu düzene karşı yürütülen ideolojik ve silahlı mücadeleyi ifade etmektedir. Oysa terör, en geniş anlamda, yoğun ve sistematik bir korkuyu ve bu korkuya neden olabilecek her türlü şiddet eylemini içerir. Bu nedenle, kurulu düzene karşı terör uygulanabildiği gibi, kurulu düzen tarafından da terör uygulanabilir. Ancak her iki durumda da terörün kendisine yöneldiği hedef, dolaylı ya da doğrudan halkın kendisi olmaktadır.

Bir terör örgütü, halkı kendi yanına çekebilmek için terör uygular: Elde edeceği korkunun kendisine güç vereceğini, bu güç sayesinde de halkı, ya da çoğu kez halkın bir bölümünü kendisine destekçi kılabileceğini hesaplar. Gerilla savaşının temelini oluşturan "kurtarılmış bölge" kavramı da budur: Örgütün uyguladığı terörden dolayı dehşete kapılan insanlar, güvenliği yine örgüte sığınmakta bulurlar. Bu zoraki taraftarlar, merkezi otoriteden bağımsızlaştırılmış, yani sözde "kurtarılmış" toprak parçaları oluştururlar. Hedef "kurtarılmış bölge"lerin giderek yayılması ve sonuçta tüm ülkenin ele geçirilmesidir. Çin Devrimi'nin lideri Mao Tse-Tung tarafından geliştirilen ve uygulanan bu gerilla savaşı teorisi, Mao'nun ardından dünyanın çeşitli bölgelerindeki terör örgütleri tarafından da kullanılmıştır. Aynı yöntemin kırsal alanda değil de, şehirde yürütülen versiyonu ise, Vladimir I. Lenin'in çizdiği yolu izler.

Bu sözünü ettiğimiz terör türü, "terör" dendiğinde ilk anlaşılan şeydir ve genellikle "sol terör" olarak tanımlanır.
Ancak bir de Üçüncü Dünya ülkelerinde rastlanan ve kurulu düzenin kendisi tarafından uygulanan bir "faşist terör" vardır. Aslında buradaki mantık, sol terördeki mantığın bir "makro" uygulamasından başka bir şey değildir. Kurulu düzenin sahibi olan devlet, baskıcı bir devlettir; toplumu adaletsiz bir biçimde yönetmekte, yöneticiler kendi menfaatleri için her türlü yolsuzluğu uygulamaktadır. Ve bu yüzden yönetim çeşitli toplumsal muhalefetlerle karşı karşıyadır. Bu muhalefetlerin belki bir kısmı da üstte değindiğimiz türden bir "sol terör"ü kendisine yöntem olarak benimsemiştir. Bu durumda, söz konusu devlet, muhalefetten daha güçlü olduğunu kanıtlamak için yine aynı formülü kullanır: Terör uygular ki, halk kendisinden korksun. Ve bu korku ona güç sağlasın.

"Üçüncü Dünya" olarak tanımlanan coğrafyadaki devletlerin önemli bir bölümü bu tarif ettiğimiz "terörist devlet" tanımına uyarlar. Belki her yıl "terörist devletler" listeleri yayınlayan büyük devletlerle işbirliği içindedirler ve bu yüzden adları bu listelerde geçmez. Ama belki de o listelerin tepesine konan devletlerden çok daha teröristtirler.

Büyük devletler ise, kendilerini başka devletleri "terörist" ilan edecek kadar terörden ari sayarlar, çünkü kendi terör evrelerini aşmışlardır. Terörü, kuruluş aşamalarında uygulamışlar ve bu sayede istedikleri gibi -yani genelde homojen- bir toplum elde etmişlerdir ve artık onu gerekli görmemektedirler. (Fransız sosyolog Ernest Renan'ın da belirttiği gibi, Batı'daki ulus-devletlerin hemen hepsi, toplumlarını homojenleştirmelerine yaramış olan toplu katliamların ve "techir"lerin ürünleridirler.1) Üçüncü Dünya faşizmi, henüz bu evrenin içinde olduğu için terörü kullanmaktadır. Buna karşılık, modern Batılı devletlerin önemli bir bölümü, toplumu yönlendirmek için çok daha sofistike bir yöntem olan propaganda ve eğitimi kullanırlar.
Ancak kimi zaman söz konusu Batılı kapitalist devletlerin de teröre başvurdukları olur. Bunu kuşkusuz Üçüncü Dünya'nın otoriter rejimleri gibi açık açık yapmazlar. Aksine, son derece gizli bazı "terör timleri" oluştururlar. Bunların amacı, kurulu düzenin bekasına, o düzen tarafından konmuş olan kuralları gizlice çiğneyerek yardımcı olmaktır.

Batılı kapitalist devletlerin uyguladığı bu "gizli devlet terörü"nün iki farklı stratejik amacı olur genellikle: Birincisi, tehlikeli rejim muhaliflerinin ortadan kaldırılması ya da susturulmasıdır. Özellikle de düşüncelerinin rejim için tehlike oluşturduğu düşünülen entellektüeller ile siyasi parti ya da sivil toplum liderleri hedef alınır. İkincisi ise, toplum üzerinde etki yaratacağı kestirilen hedeflere yapılacak saldırılarla, toplumu istenen biçimde yönlendirmektir. Yani provokasyon. Provokasyonlarda kimi zaman önemli bir toplumsal figür öldürülür, kimi zaman da rastgele toplu cinayetler işlenir, örneğin kalabalık bir merkez bombalanır ya da topluluk üzerine rastgele ateş açılır. Burada amaç, ölenleri öldürmüş olmak değildir; ölenleri kullanarak toplumun düşüncesini değiştirmektir. Çoğu provokasyon, "sakıncalı" görülen bir adresin üzerine suç atmak için yapılır.

Kısacası, terör, hem devlete karşı savaşanlar, hem de bazı devletler tarafından etkili bir yöntem olarak dünyanın dört bir köşesinde uygulanmaktadır. Amaçlar farklıdır, ama izlenen yöntem ortaktır.

Ancak bu noktada terörün çok ilginç bir özelliği dikkat çeker. Terörü bir yöntem olarak benimseyenler, kimi zaman giderek birbirleri ile pragmatik bir ittifak içine girmektedirler. Çünkü terör, ilk başta bir "ideal" için başlatılmış olsa da, giderek bir mesleğe, hatta kimi zaman oldukça karlı bir mesleğe dönüşebilmektedir. Terörü uygulayanlar, özellikle de devlet adına uygulayanlar, ellerindeki silahın kendilerine sağladığı birtakım "rant"ları elde etmektedirler. Bu noktada, artık idealler kaybolur. Terörün varlığının koruması bizzat bir amaç haline gelir.
Terörün varlığının korunması için de, bir karşı-terörün varlığının korunması şarttır. Eğer sol teröristler olmasa, sağ teröristlerin varlığının bir anlamı kalmaz çünkü. Eğer "devleti yıkmak için çalışan komünist teröristler" yoksa, o komünistlere karşı el altından ya da açık açık savaş yürütsünler diye kurulan sağ terör timleri, varlık nedenlerini yitirmiş olurlar.
İşte bu yüzden, terörizmin dünyası son derece karmaşık ve muğlaktır. Hiç umulmadık ilişkiler hiç umulmadık gruplar arasında yaşanabilir. İstihbarat örgütleri ile terörist gruplar arasında, ya da zıt görünen terörist grupların kendi aralarında beklenmedik bağlantılar kurulabilir.

Ve bu kitap, terör dünyasının perde arkasında yaşanan bu umulmadık ve beklenmedik bağları gözler önüne sermektedir.

İSRAİL BAĞLANTISININ ANLAMI




Kitabı okumaya başlayan okuyucular hemen göreceklerdir: Bu kitapta diğer herhangi bir terör odağından daha fazla, İsrail kaynaklı özellikle de başta Mossad olmak üzere İsrail gizli servislerinden kaynak bulan teröre dikkat çekmektedir. Diğer terör odakları ele alınırken de, bunların sahip oldukları İsrail bağlantısı özellikle vurgulanmaktadır.
Bu nedenle, neden İsrail üzerinde bu denli durulduğu sorusuna açıklık getirmek gerekiyor. Öncelikle terörün kullanımı ile ilgili iki önemli prensibi vurgulamakta yarar var.
Birincisi; terörün gerçek kaynağının devlet bazında oluşudur. Evet dünyanın dört bir yanında "terör örgütleri" vardır, ama bu örgütlerin uyguladığı terörün arkasında devletler vardır. Bir ülkede etkili bir biçimde terör uygulayan bir örgüt, mutlaka başka devlet ya da devletler tarafından destekleniyordur. Modern çağın yegane siyasi birimi devlet olduğuna göre, terör örgütlerini devletlerden bağımsız ve kendi başlarına ayakta duran odaklar olarak düşünmek doğru olmaz. Terör örgütleri, belki kendi içlerinde belirli bir ideolojiye hizmet ettiklerini düşünüyor olabilirler, ama gerçekte devletler arası güç mücadelelerinin birer aracısıdırlar.
Dolayısıyla eğer uluslararası terörün kaynakları aranacaksa, bu kaynakların devletler bazında aranması gerekir.
Eğer bir devlet kendisine yöntem olarak terörü benimsiyorsa, bu onun siyasi bir rahatsızlık ya da beklenti içinde olduğunu gösterir. Bir başka deyişle, eğer bir devlet teröre başvuruyorsa, ya kendisini tehdit altında hissetmektedir ya da ulaşmak istediği büyük bir siyasi hedef vardır, örneğin siyasi bir hegemonyanın peşindedir. Buna karşın, kendisini tehdit altında hissetmeyen, hegemonik hesapları da olmayan bir devletin teröre başvurması beklenmez. Örneğin İsveç gibi "kimseyle başı belada olmayan" bir devletin, teröre eğilim göstermesi pek olası değildir.
Bu iki prensibi göz önünde bulundurarak dünya siyasetine bir göz attığımızda ise, İsrail'in oldukça müstesna bir yere sahip olduğunu görürüz. Çünkü İsrail, terörü bir yöntem olarak benimseyebilecek devletlerin iki temel özelliğine fazlasıyla sahiptir. Kendisini tehdit altında hissetmektedir; çünkü düşman bir Müslüman-Arap coğrafyasının ortasında 4 milyonluk nüfusuyla daimi bir yaşam mücadelesi içindedir. Ayrıca büyük bir siyasi hedefi vardır; kurulduğu günden bu yana, hem söz konusu tehdidi bertaraf edebilmek, hem de kendisine "vaadedildiğine" inandığı toprakları ele geçirmek için Ortadoğu'da siyasi ve hatta askeri bir hegemonya kurmak için çabalamaktadır.
Bu iki faktör, İsrail'i, terörü bir yöntem olarak benimsemeye yatkın devletler listesinin en başlarına açık bir biçimde yerleştirir.
En az bunun kadar önemli olan bir başka nokta ise şudur: İsrail, geniş çapta bir terör programı uygulayabilecek bir güce de sahiptir. Yahudi Devleti'nin Ortadoğu'daki gücü tartışılmaz. Ancak bunun da ötesinde, stratejik hesapları Latin Amerika'dan Uzakdoğu Asya'ya kadar uzanmaktadır (bunu kitabın içinde inceleyeceğiz). Çünkü İsrail, kendi stratejik geleceğinin, yalnızca içinde yaşadığı bölgenin şartları tarafından değil, aynı zamanda tüm bir dünya sistemi tarafından belirleneceğini düşünmektedir. Ve bu nedenle de anılan dev coğrafya içinde, İsrailli profesör Benjamin Beit-Hallahmi'nin "İsrail'in dünya savaşı" dediği büyük mücadeleyi yürütmektedir.

Bir diğer önemli nokta ise, İsrail'in bu "dünya savaşı"nın son derece örtülü bir biçimde yürütmesidir. Terörün kaynağı olmak için en az İsrail kadar önemli "gerekçe"lere sahip olan ABD'nin uluslararası terördeki rolü, daha kolay ve açık bir biçimde görülebilir. Ancak İsrail, uluslararası terördeki rolünü çok daha ustaca gizleyebilmektedir. Bunu yapabilmek için kullandığı en büyük araç ise, "Yahudi Soykırımı" efsanesinin kendisine kazandırdığı dokunulmazlık kalkanıdır.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı, mantıksal bir analiz, bizi İsrail'in uluslararası terörde önemli fakat çok az farkedilen bir rolü olduğu sonucuna vardırmaktadır ki, kitabın içinde incelenen somut verilerin ortaya koyduğu tablo da bunu doğrulamaktadır.
Kitabın içinde sık sık vurgulayacağımız İsrail bağlantısının anlamı ve gerekçesi de budur.

MASONİK BAĞLANTI




Kitabı okuyanlar, İsrail kadar bir diğer terör kaynağının daha sık sık anıldığını göreceklerdir: Masonluk, özellikle de örgütün İtalya'da deşifre edilmiş kolu olan P2 Locası.
Bu durum, bazıları tarafından ilk başta yadırganabilir. Çünkü bu örgütün, hümanistik prensiplere bağlı bir elit kulübü olduğunu ve terörle pek bir ilgisi olamayacağını düşünebilirler.
Oysa söz konusu örgüt, büyük siyasi hedeflere sahiptir ve bu nedenle de, tarih boyunca olduğu gibi bugün de terörle ilişkilidir. Kuşkusuz bu durum örgütün üyelerinin hepsi tarafından bilinmez, aksine çoğu bu durumdan habersizdirler. Terör bağlantısını kuranlar örgütü yöneten çekirdek kadrodur, bağlantıdan habersiz olan diğerlerini ise daha "legal" amaçlar için kullanmaktadırlar. Terör bağlantısı, sıradan mason localarından değil, çekirdek kadronun oluşturduğu özel ve izole localardan yürütülür ki, İtalya'daki P2 Locası buna bir örnektir.
Masonluk üzerinde durmamızın bir diğer önemli nedeni ise, örgütü yöneten çekirdek kadronun, bir yandan da uluslararası terörün etkili odağı olan İsrail'le yakın ilişki içinde oluşudur. Masonluk, İsrail kurulmadan çok daha önceleri Yahudi sermayesiyle ve Yahudi politik gücüyle ittifak yapmış bir örgüttür. Felsefi bir ortak zemin üzerinde gelişen ittifak, iki tarafından ortak düşmanı olan kurulu dinlere karşı büyük bir mücadele vermiş ve günümüze kadar da kesintisiz sürmüştür. İki güç arasındaki bu tarihsel ittifak, daha önceki bazı çalışmalarımızda çok ayrıntılı biçimde incelenmişti.
Örgüt, özellikle örgütün P2 benzeri localarda bir araya gelen çekirdek kadrosu, bugün de dünyadaki Yahudi sermayesiyle ve Yahudi politik gücüyle ve buna bağlı olarak da İsrail'le yakın ilişki içindedir. Ve İsrail'in uyguladığı global terörde önemli bir aracılık görevi üstlenmektedir. Kitabın içinde bunun örneklerini inceleyeceğiz.

TERÖRÜN PERDE ARKASI




Tüm bunların ardından, Terörün Perde Arkası'nın İçeriği hakkında biraz önbilgi vermekte yarar var.
Kitap, İsrail gizli servisini inceleyen bir bölümle başlıyor. Bu bölümde Mossad'ın çeşitli eylemlerinin bilinmeyen yönleri ve örgütün diğer gizli servislerle olan ilişkileri konu ediniliyor.
İkinci bölüm, Vatikan'ı konu ediyor. Katolik dünyasının merkezinin nasıl masonlar tarafından dejenere edildiği, "33 günlük Papa" I. Jean Paul'ün örgüt tarafından nasıl ortadan kaldırıldığı ve Vatikan'daki bu masonik etkinin Papalığın Yahudiler'e ve İsrail'e olan tavrına nasıl etki ettiği inceleniyor.
Üçüncü bölüm, mafyanın ve silah tüccarlarının bilinmeyen dünyasından bazı önemli bilgiler veriyor. Amerika'daki mafya dünyasının İsrail'le olan ilişkileri ve İsrail'in Yahudi silah tüccarları aracılığıyla çeşitli terör örgütleri ile kurduğu bağlantılar ortaya konuyor.
Dördüncü bölüm, P2 Mason Locası skandalı ile ilgili. Locanın İsrail'le ve Mossad'la olan ilişkilerine değinerek başlanan araştırma, P2'nin ülke içinde ulaştığı inanılmaz gücü ve yürüttüğü kirli işleri tüm açıklığı ile ortaya seriyor.
Beşinci bölüm, ünlü Gladio örgütü ile ilgili. İtalya'da ortaya çıkartılan ve "rejimin bekası" adına bir çok cinayet ve sabotaj gerçekleştiren ve sayısız yasadışı faaliyet yürüten "kontrgerilla" örgütünün P2 Locası ile olan ilişkisi, P2 üzerinden kurulan Mossad bağlantısı ve mafya bağlantısı ele alınıyor.
Altıncı bölüm, öncekilerden çok daha farklı bir konuya el atarak, dünyanın dört bir yanındaki "antisemit terör"ün perde arkasında kalan bazı şok edici gerçekleri gösteriyor. İsrail'in, "Yahudi kimliğinin bekası için Yahudi düşmanlığına gerek vardır" mantığı ile antisemitizmi nasıl körüklediği ve el altından desteklediğinin örnekleri ortaya konuyor.
Bundan sonraki iki bölüm ise, devlet terörüne kaynaklık eden iki temel ideolojiyi bunların somut örneklerini inceliyor. Yedinci bölüm, Faşizm ile ilgili. Konu, Faşizmin felsefesinin terörle olan "bire-bir" ilişkisi ve çeşitli faşizm örneklerinin teröre olan bağlılıkları. Ayrıca, kitabın genelinde olduğu gibi, bu bölümde de "perde arkası"nda kalan İsrail bağlantısı inceleniyor.
Sekizinci bölümdeki konu ise, öteki uçta yer alan Komünist terör. Marksizmin teorik gelişimi ve SSCB'deki uygulanışında kalıtımsal olarak yer alan terör geleneği vurgulanırken, bir yandan da söz konusu ideolojinin terörün malum uluslararası kaynakları ile ilişkisi ele alınıyor.
Kitapta ortaya konan ilişkiler, bazı okuyucular tarafından ilk anda kabul edilmek istenmeyebilir. Bu kuşkusuz belirli bir "dünya görüşü" ve kazanılmış entellektüel alışkanlıklar ile ilişkilidir. Eğer bir insan, dünyadaki sosyo-politik sistemin tam da göründüğü gibi olduğuna ve hiçbir "gizli yanı" bulunmadığına sıkı sıkıya inanıyorsa, bu kitabı yadırgaması doğaldır. Ama bu önyargıdan kurtularak objektif bir biçimde kitabı değerlendirmesini öneririz.
Çünkü ortaya konan bağlantılar, bir hayli "beklenmedik" de olsalar, son derece somuttur.

YAHUDİLİK VE SİYONİZM HAKKINDA ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, bazı Yahudilerin, batıl birtakım geleneklerin veya radikal Siyonist ideolojinin etkisi altında kalarak, gerçekleştirdikleri faaliyetlere ve geleceğe dair çeşitli planlarına yer verilmektedir. Bu batıl görüşlerden etkilenen kişiler zaman zaman İsrail derin devleti içine de sızmakta, hatta kimi zaman İsrail'in iç ve dış politikasında yönlendirici rol üstlenebilmektedirler. Ancak bu kitapta bulunan bilgiler nedeniyle çeşitli yanlış anlamalar olmasını engellemek için, bazı konulara açıklık getirmekte de fayda vardır.

İlk olarak belirtilmesi gereken husus, burada yer alan bilgilerin tüm Yahudileri kapsayan konular olmadığıdır. Yahudilerin büyük çoğunluğu söz konusu faaliyetlerden, bu faaliyetlerin arka planlarından ve asıl hedeften haberdar olmadığı gibi, çok büyük bir çoğunluğu da bu uygulamalara karşı çıktıklarını sık sık ifade etmektedirler. Dolayısıyla, kitabın ilerleyen bölümlerinde eleştirilen, hiçbir şekilde Yahudi toplumunun geneli değildir.
Eleştirilen husus, Kitabı Mukaddes'e birtakım yanlış anlamlar yükleyerek şiddeti ve acımasızlığı sözde makulleştirmeye çalışan batıl gelenekler ve bu geleneklere dayanarak, diğer insanları ikinci sınıf olarak gören, onları haksızlık ve zulme uğratmayı normal karşılayan fundamentalist dünya görüşüdür. Bunun yanı sıra, sosyal Darwinist ve işgalci bir ideoloji olan radikal Siyonizm'dir. Bilindiği üzere, Siyonizm 19. yüzyılın ortalarında, yurtları olmayan Yahudilerin vatan sahibi olmasını savunan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde pek çok ideolojide olduğu gibi Siyonizm de dejenarasyona uğramış, bu haklı talep, uygulamada şiddet ve teröre başvuran, aşırı güçlerle ittifak eden radikal bir anlayışa dönüşmüştür. Bu nedenle üzerinde durulması, deşifre edilmesi ve karşışında her türlü fikri tedbirin alınması gereken tehlike de radikalizmdir.
Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Müslümanların birbirleriyle olan ilişkileriyse, hoşgörü, saygı ve merhamet çerçevesinde olmalıdır. Zira bu, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın Müslümanlara bildirdiği bir ahlak ve tavırdır.

Kuran Ahlakına Göre Müslümanların Yahudilere Tavrı

Allah Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak bildirmiş ve Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğini detaylı olarak açıklamıştır. Kitap Ehli, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine göre Müslümanların, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan iman edenlere sevgi, şefkat, hoşgörü ve saygıyla yaklaşmaları gerekir. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara çağrısı ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

"Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)

Bu çağrı, Müslümanların Kitap Ehli'ne bakış açısını açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: Hepimiz bir olan Allah'a iman etmekte, Rabbimiz'in göndermiş olduğu elçileri sevmekte ve saymakta, Allah'ın koyduğu sınırlara uymakta, kutsal kitaplarımızda bildirilen ahlakı yaşamaktayız. Dolayısıyla da, birbirimize anlayış, merhamet, sevgi ve saygıyla yaklaşmakla yükümlüyüz.

Hepimiz Aynı Peygamberleri Seviyor ve Sayıyoruz
Müslümanlar gönderilmiş tüm peygamberlere iman ederler. Rabbimiz'in geçmişteki peygamberlere göndermiş olduğu kitaplara inanırlar. Bir ayette bu gerçek şöyle bildirilmiştir:

De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim olmuşlarız." (Al-i İmran Suresi, 84)

Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Harun, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. İsa ve Hz. Musa Yahudiler ve Hıristiyanlar için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir.

Yahudilerin bizim de Peygamberimiz olan Hz. Musa’ya saygı duymaları, binlerce yıldır ona sımsıkı bağlı olmaları, samimi Müslümanlar için çok değerlidir. Aynı şekilde Hıristiyanların Hz. İsa’ya duydukları büyük sevgi, içten bağlılık da Müslümanlar için çok önemlidir. Hz. Yakub’a, Hz. İshak’a, Hz. İsmail’e, Hz. İbrahim’e, Hz. Lut’a, Hz. Eyüb’e, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya, Hz. Yahya’ya saygı ve sevgi duyan insanlar, doğal olarak Müslümanların sevgi ve muhabbet duyacağı, anlayış ve şefkatle yaklaşacağı insanlardır. Bunun aksi kesinlikle mümkün değildir.

Allah samimi olarak iman eden Kitap Ehli'nin ahlakını Kuran-ı Kerim'de şu şekilde bildirmektedir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 113-114)

Salih Müslümanlara düşen de, bu güzel ahlakı yaşayan insanları şefkat ve merhametle kucaklamak, saygı ve anlayış göstermektir. Dolayısıyla, bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Müslümanların Yahudilere bakış açısı Kuran'da bildirilen ve Peygamber Efendimiz (sav)'in de uyguladığı bu ahlak üzerinedir. Gerçek din ahlakına uygun olmayan radikal Siyonizmin veya birtakım batıl geleneklerin yanlışlarının ortaya konuluyor olması, hatalı uygulamaların eleştirilmesi, bu gerçeği değiştirmez.

1. BÖLÜM


İSRAİL'İN ULUSLARARASI CİNAYET ŞEBEKESİ:
MOSSAD

Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi:
İsrailoğulları'na vermekte olduğum
Kenan diyarına casusluk
yapmaları için adamlar gönder.
Eski Ahit, Sayılar, 13/1



Mossad; tüm dünyada faaliyet gösteren, en gizli, en bilinmeyen, en korkutucu ve belki de en "etkili" istihbarat örgütü... Çoğu kimse İsrail gibi "küçük" bir devletin niçin böyle bir organizasyona sahip olduğunu, ve nasıl olup da onu bu kadar başarıyla çalıştırdığını anlayamaz. Bunu anlayabilmek için İsrail'in içinde bulunduğu sendromları, bu sendromlara yol açan coğrafi, sosyo-politik ve psikolojik sebepleri, ve İsrail'in orta ve uzun vadeli planlarını iyi analiz etmek gerekir. "Süper Güç" ABD'nin haberalma aygıtı CIA'dan sonra dünyada bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün İsrail'e ait olması ancak bu saydığımız ve ilerleyen sayfalarda izah edilecek sebeplerden kaynaklanmaktadır.


Solda; İtalyan Panorama Dergisi'nin, İsrail'in uluslararası  cinayet şebekesi MOSSAD'ı tanıtan kapağı. Sağda; MOSSAD'in dini motifler içeren amblemi.
Mossad'ın global ölçekte 20.000 kişisi faal, 15.000 kişisi ise "uyuyan" (göreve hazır durumda bekletilen) olmak üzere yaklaşık olarak 35.000 ajanı bulunmaktadır. Bu ajanların oluşturduğu örgüt, Şubat 1978 tarihli Time dergisine göre dünyanın en başarılı istihbarat servislerinden biridir. Onu bu konuma getiren üstünlüğü ise, mükemmel bir organizasyona sahip olması ve dışarıdan içeriye sızılmasının mümkün olmayışıdır.

Mossad'dan önce İsrail Devleti'nin istihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. MOSSAD'ın kurulmasıyla bambaşka bir yapılanmaya gidildi ve dünyanın en tehlikeli "cinayet şebekesi" oluşturuldu. Bu cinayet şebekesi tüm dünyada mafyayı, terör örgütlerini ve kontrgerillayı örgütledi. Bu konunun ayrıntıları ilerleyen bölümlerde görülecektir.
İsrail'in Mossad henüz yokken gizli kapaklı işlerini yürüten örgüt SHAI'dir ve bu, İbranice "Bilgi (İstihbarat) Servisi" anlamında "Sherut Yediot" kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır. SHAI, 1948'e kadar Haganah'ın (Devlet öncesi yahudi ordusu) istihbarat bölümü olarak görev yapar. Ancak İsrail Devleti'nin resmen kurulmasıyla Haganah İsrail Ordusu'nun içinde erir ve dolayısıyla SHAI de izleyen altı hafta içinde görevini yeni kurulan istihbarat servisi Mossad'a bırakır.
MOSSAD'ın Tel Aviv'deki binası
SHAI'nin son başkanı Isser Beeri, örgütün son toplantısında yaptığı açıklamada, Ben Gurion'un SHAI'nin dağıtılmasını istediğini ve bunun yerine çok daha profesyonel ve iyi organize olmuş yeni birimler kurulmasını emrettiğini duyurur. Anlaşıldığı kadarıyla olay sadece basit bir isim değişikliği değildir. Artık resmen bir Devlet kurulmuştur ve İsrail, yeni oluşumlar ve yeni hedefler doğrultusunda daha güçlü ve etkin bir gizli servise ihtiyaç duyacaktır.
İşte bu aranılan özelliklere sahip örgüt, 1 Nisan 1951'de Mossad adı ile çalışmalarına başlar. İbranicesi "Ha-Mossad Le-modi'in Ule-tafkidim Meyuhadim", yani Özel Konular ve İstihbarat Örgütü'dür.

Mossad'da ilk Başkanlık görevini, bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah üstlenir. Shiloah, görevi çok kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuştur. Ona göre başarılı bir haberalma örgütü düşmanlarının "kimlik tesbitini" açıkça yapmalı, bunlar hakkında geniş çaplı bilgi sahibi olmalı ve müttefik edinmek amacıyla sürekli bir arayışta olmalıdır. Ortadoğu'da, kendini zorla içine "zerkettiği" coğrafyada, bu sevilmeyen yeni devlet dostuyla düşmanını iyi ayırabilmelidir.
Shiloah'ın kişisel görüşleri kısa zamanda İsrail Devleti'nin stratejileri haline gelir.


İSRAİL'İN HABERALMA ORGANLARI
İsrail Devleti'nin istihbarat çalışmalarında, Mossad'ın yanısıra bir kaç örgüt daha görev yapmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Askeri İstihbarat Bölümü "Aman"
2. İç Güvenlik Servisi "Shin Bet"
3. Yabancı İstihbarat Servisi "Varash Komitesi"
4. Aliyah Bet Enstitüsü


AMAN
İbranice adı "İstihbarat Kanadı" anlamında "Agaf ha-Modi'in"dir. Görev yelpazesi Arap orduları hakkında bilgi toplamaktan, İsrail ordusu içindeki güvenliği temin etmeye kadar uzanabilmektedir.
Aman çok iyi organize edilmiş askeri bir birliktir. Altı kademeden oluşur. En etkin iki bölümü "Collection" ve "Production"dır. "Collection" bölümü sınır ötesine ajanlar göndermekten, radyo kanallarını ele geçirmekten, ve gerekli görüldüğü taktirde hedef ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur. "Production" bölümünde görev yapan 3.000 memurun temel sorumluluğu ise, yabancı ülkelerden çalınan belgelerin ve sızdırılan bilgilerin analizidir. Bu analizler raporlar halinde politikacılara sunulur ve bunların karar almalarında rol oynar. "Aman" basına verilen bilgileri de kontrol altında tutar.

Aman'ın bir başka bölümü, sınır ötesi harekatlar için oluşturduğu Sayeret Matkal4 adlı çok gizli bir komando birliğidir. Bu bölümün faaliyetlerine bir örnek olarak, Unit 131 adında ve Sayeret Matkal'a bağlı bir kolun 30 Haziran 1954'te Mısır'da dözenlemiş olduğu bir operasyon gösterilebilir.

Aharon Yariv. 1964-72 döneminde Aman şefiydi.
Eli Zeria, 1972-74 döneminde Aman şefiydi.
Shloma Gazit. 1974-79 döneminde Aman şefiydi.

Ammon Sahahak. 1986'da Aman şefi oldu.
"Operation Susannah" adlı harekat bir seri sabotaj görevidir. Bombaların hedefi ise Mısır askeri üsleri değildir. Hedef olarak tamamen sivil kurumlar olan İngiliz ve Amerikan enstitüleri, sinema salonları ve postaneler seçilmiştir. Operasyonun temel amacı Washington ve Londra'da Mısırlılara karşı bir öfkenin provoke edilmesi ve Kahire'deki yeni hükümetin istikrarsız, güvenilmez bir yapıda gösterilmesidir. Bu operasyonun başına bir Alman Yahudisi olan Avraham Seidenwerg getirilir. Seidenwerg, 1952 yılında Unit 131'e alındığında ordudan atılmış, işsiz ve boşanmış biridir. Yani düşman topraklarında gerçekleştirilecek tehlikeli görevler için "biçilmiş kaftan"dır. Askeri İstihbarat ona bir Kibbutz üyesinin kimliğini verir. Artık yeni adı Paul Frank'dır. Frank iki yıl içinde kendisine verilen ufak çaplı görevleri başarıyla sonuçlandırır ve Mısır'da düzenlenecek operasyonu yönetmeye hak kazanır.
Ardı ardına patlayan bombalardan sonra, eylemcilerden biri, Philip Nathanson, üzerinde patlayıcılarla yakalanınca Operation Susannah sona erdirilir. Ancak Mısır hükümeti basına şiddetli bir sansür uyguladığından harekat istenilen sonuçları vermemiştir.
Aman'ın bir diğer eylem kolu ise, Gadna adı verilen yarı askeri bir gençlik grubudur.5
Tüm bu gizli operasyon grupları sayesinde Aman, Mossad'ın stratejik planlarını uygulayabileceği uygun zeminler meydana getirme görevini yürütür. 1989 yılından beri Mossad'ın başında bulunan Shabtai Shavit'in açıklamaları da Aman'ın önemini vurgular niteliktedir. Buna göre Mossad, yeni dönem politikalarında, dış istihbarat bağlantılarını Aman'a bağlı olarak çalışan ve İsrail elçiliklerinde görev yapan askeri ateşeler aracılığıyla yürütecektir.


SHIN BET

Yosef Harmelin. 1964-74 ve 1986-88 döneminde Shin Bet şefi.

1974-91 yılları arasında  Shin Bet sefliği yapan Avraham Ahituv (sağda), dönemin Başbakanı Menahem Begin
ile birlikte.
"Genel Güvenlik Servisi" anlamına gelen Shin Bet, İsrail'in yurtiçi gizli servisidir. İbranicesi Sherut-ha-Bitachon ha-Khali'dir. "Destek" ve "Operasyon" olmak üzere iki bölüme ayrılır. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek vardır. Operasyon bölümü ise üç aygıttan müteşekkildir:
1. Koruma ve güvenlik. (İsrail elçiliklerini ve görevlilerini, Başkan'ı ve İsrail Savunma Sanayini şemsiyesi altına alır.)
2. Müslüman ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (Özellikle İsrail sınırlarındaki Arap ülkeleriyle ilgilenir.)
3. Müslümanlar olmayan ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (En geniş kadroya sahip ve en önemli departmanlardan biridir. Karşı-casusluk, yabancı diplomatların takibi görevlerinin yanı sıra, komünistlerle ve diğer politik aşırı-uçlarla mücadele eder.)


VARASH KOMİTESİ
Bu servisin ilk başkanı Boris Guriel'dir.
Yabancı İstihbarat Servisi Varash'ın toplantı yeri ve saati, görevlileri ve üst düzey askeri yetkiler dışında kimse tarafından bilinmez. Bu bilgi dikkatlice saklanır. Varash'ın faaliyetleri de halka hiç açıklanmamıştır. Varash'ın temel görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır.
Politika Şubesi, Machlakit Medinit adıyla, İsrail istihbaratının denizaşırı kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı halindedirler. Politika Şubesi ajanları operasyonlarını Londra, Roma, Paris, Viyana, Bonn ve Cenevre gibi Avrupa'nın büyük başkentlerinde bulunan İsrail konsolosluklarında diplomasi kisvesi altında yürütürler. Böylece diplomatların sahip oldukları bir çok ayrıcalıktan ve en önemlisi dokunulmazlık zırhından faydalanabilirler.


ALIYAH BET ENSTİTÜSÜ
İbranice "ha-Mossad le-Aliyah Bet" olan örgüt, isim benzerliğine rağmen Mossad teşkilatıyla karıştırılmamalıdır.
Shaul Avigur (solda) başkanlığında ilk kurulduğu dönemde, Yahudileri gizlice Filistin'e kaçırma görevini üstlenmiş olan örgüt, Davlet kurulduktan sonra bu iş yasal hale gelince çalışmalarını değişik yönlere kaydırmak zorunda kalır.
Siyonistlerin "yapay antisemitizm yaratma" taktiklerini uygulama görevini bu bölüm üstlenmiştir. Bunun en güzel örneklerinden birisi "Operation Magic Carpet" (Sihirli Halı Operasyonu)dur. Bu gizli görevin amacı, Yemen ve Aden topraklarında yaşayan Yahudilerin İsrail'e kaçırılmasıdır. Amerikan orijinli Near East Air Transport Corporation bu amaçla kurulur ve başına da bir İngiliz işadamı görünümündeki Richard Armstrong geçer. Aslında bu kişinin gerçek adı Sholomo Hillel'dir ve o da Mossad ajanıdır. Şirket 1948-1949 yılları arasında elli bin Yahudinin İsrail'e ulaşmasını sağlar.
İki yıl süren aktif anti-semitik baskıdan sonra, Irak Hükümeti, ülkeyi terketmeyi arzulayan her Yahudinin bu hakkı kullanabilmesini sağlayan yasayı meclisten geçirir. Yahudilerin tek yapmaları gereken şey, Irak vatandaşlığından feragat etmeleridir. Aslında bu yasanın, İsrail'e savaş açmış ve yüzlerce Yahudiyi siyonist aktiviteleri yüzünden tutuklamış bir rejim tarafından çıkarılmış olması şaşırtıcıdır. Ancak herşey, göç kapılarını açan Başbakan Tevfik El-Sawidi'nin durumu incelendiğinde aydınlanacaktır. O, aynı zamanda Iraq Tours isimli şirketin Yönetim Kurulu Başkanı'dır, bu şirket ise Near East Air Transport Corporation'un yetkili acentası olarak çalışmaktadır. Sözün kısası, Irak yönetimi, İsrail Gizli Servisi'nden hiç beklemediği şekilde bir darbe yemiştir. Bu darbenin kaynağı da Aliyah Bet'tir.
Son günlerde basında çıkan bir haber de İsrail'in bu yapay anti-semitizm çalışmalarını gözler önüne sermiştir. 1997 Nisanında, Gazze Şeridi'nde bulunan Yahudi yerleşim yerleri Kfar Darom ve Netzarim yakınlarında intihar saldırıları gerçekleştirilmiş, bunun neticesinde yakalanan İbrahim Halebi adındaki Filistinli ilginç açıklamalarda bulunmuştur. Halebi'ye göre bu intihar saldırılarının arkasında İsrail'in İç Güvenlik Servisi Shin Bet vardır. Filistin güvenlik güçlerinin düzenlediği basın toplantısında konuşan Halebi, kullanılan patlayıcıları Shin Bet istihbarat görevlilerinin sağladıklarını söylemiştir.


MOSSAD'IN EYLEM METODLARI


Mossad propaganda mahiyetindeki, büyük stratejik önemi olmayan eylemlerini açık bir güç gösterisi şeklinde yapar. Bunların sonuçlarını da yine kendi kontrolündeki basın organları aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurur. "Entebbe Baskını" gibi operasyonlar bu sınıfa dahildir. Ancak İsrail'in ve siyonizmin menfaatlerini doğrudan ilgilendiren ciddi konularda son derece gizli ve örtülü bir politika uygulanmaktadır. Mossad bu gibi durumlarda kendi eylemlerini başka kişi ve örgütlere yıkarak, tamamen ilgisiz bir tutum takınır. Bunu da yine dünya çapında kendine bağlı basın organları, gazeteci ve yazarlar, film yönetmenleri, siyasi yorumcular kanalıyla kamuoyuna benimsetir.
Türkiye'de de yapısı itibariyle bu konuda idealist yaklaşımları olan bazı özel TV kanalları sayesinde, Mossad patentli bazı filmleri izlemek mümkün olmaktadır. "Zalim" Filistinlilerin rehin aldığı "mazlum" Yahudilerin öyküsünün anlatıldığı "Delta Force", Münih Olimpiyat Köyü'ndeki olayların İsrail lehinde çarpıtılarak aktarıldığı "Münih'te 21 Saat" bunlardan sadece bir kaçıdır.
1972'de Münih Olimpiyat Köyü'nü basan Filistinlilerin öldürülmesi, 1976 Entebbe Baskını... Bu eylemler hakkında filmler çekilmiş, kitaplar yazılmış ve Mossad dünya kamuoyuna yalnızca İsrail Devleti'ni çıkarlarını koruyan, diğer devletlerin içişlerine karışmayan, kahraman bir örgüt gibi tanıtılmıştır.
Nazi savaş suçlusu olarak lanse edilen Adolf Eichmann ve İsrail'in nükleer santralı Dimona ile ilgili bilgileri basına sızdıran Mordecai Vanunu'nun kaçırılmaları gibi eylemler tüm dünyaya "İsrail'e ihanet edenleri nerede olurlarsa olsunlar buluruz, cezalandırırız" mesajı vermek için düzenlenmiş Mossad eylemleridir. Bu eylemler dünya kamuoyu önünde rahatlıkla gerçekleştirilir. Daha sonra basın organları aracılığıyla da sıkça gündeme getirilerek Mossad'ın caydırıcı mesajı kitlelere ulaştırılmış olur.
CIA'dan bürokratik kanallarla elde edilebilecek enformasyonları, Mossad'ın bir güç gösterisi yapmak amacıyla köstebek kullanarak sızdırmasını da bu grup eylemlere dahil edebiliriz.

Tüm dünyaya yayılmış örümcek ağını andırır şebekesiyle Mossad'ın, uyuşturucu ve silah ticaretinin hatırı sayılır bir bölümünde parmağı vardır. Kendi çıkarlarına ters düşebilecek "sevkiyatlara" ise kesinlikle izin vermez. Papa ve Kennedy suikastleri, Olof Palme'nin öldürülmesi, Maxwell'in sır dolu ölümü, Türkiye'nin güneydoğusundaki eylemler, çeşitli ülkelerdeki faili meçhul cinayetler, mafyanın örgütlenmesi, kontrgerilla ve terör örgütlerinin teşkilatlandırılması, tüm dünyadaki kontralara verilen destekler hep Mossad'ın belirli noktalardan müdahaleleriyle sonuçlanmaktadır. 2000'e Doğru dergisi bu konuda şu saptamada bulunmaktadır:

Mossad, Kıbrıs'tan Sibirya'ya uzanan Irak, Suudi Arabistan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne Seylan üzerinden ajan sokan tek örgüt, ve Afrika ve Latin Amerika'ya ajan ihraç eden en belalı şirkettir. Türkiye'de Güneydoğu Sorunu'na ilişkin sıkı önlemler alınırken okun sivri ucunu Irak ve Suriye'ye yöneltmeye çalışan, bu arada Türkiye'yle ilişkileri geliştirmeye çalışan bir örgüt şeması çizer Mossad.
Mossad, Orta Asya'daki Türk Devletleri'nde İslam aleyhinde gösterdiği yoğun propaganda faaliyetleri ve bu ülkelerin birçok yeraltı kaynaklarının kullanımını kendi tekeline almasıyla, Ortadoğu'da maaşa bağladığı piyon devlet başkanlarıyla, Bosna-Hersek'te müslümanların maruz kaldığı katliamlara yaptığı katkılarla, sürgün ettiği aydın Filistinlilerle, Latin Amerika'daki uyuşturucu işini organize eden kontralarıyla, gündemi meşgul eden bir yeraltı örgütüdür.


MOSSAD'IN AÇIK EYLEMLERİ
1969 yılında Fransa Devlet Başkanı Charles de Gaulle'ün İsrail'e göndermekten kaçındığı 5 roket-atar hücumbotunu, Mossad düzenlediği bir operasyonla kaçırır.
İsrailli komandoların 1970 yılında Mısır'ın Şedvan Adası'na düzenledikleri "Rodos Operasyonu", Sayeret Matkal'ın 1972'de beş üst düzey Suriyeli istihbarat görevlisini kaçırdığı "Sepet Operasyonu" da Mossad'ın başarılı eylemlerindendir.
 Solda, Eski İsrail Genel Kurmay Başkanı Ehud Barak ve Rabin Döneminin Savunma Bakanı. Sağda, 1949-50 döneminde Aman sefliği yapmış olan Hayim Herzog, Cumhurbaşkanlığı  sırasında, yine Aman'in eski şeflerinden  Ehud Barak ile birlikte. Genel Kurmay Başkanlığı'na kadar yükselen Ehud Barak, ordudan ayrıldıktan sonra İşçi Partisi saflarında siyasete atıldı. Peres'in ardından parti liderliğine aday. 
1972 yılında FKÖ'lülerin Münih Olimpiyat Köyü'nde İsrailli sporculara yönelik yaptığı baskın bahane edilir ve 12 Filistinli, Golda Meir tarafından kurulmuş olan X Komitesi tarafından tek tek katledilir. Mossad'ın ölüm listesindeki 12 kişi tek tek "temizlenirken" Filistinli olmayan birçok kişi de bu 12 kişinin yanında ölüm timlerinin hedefi olur. Bu kişiler arasında eylemle en ufak ilgisi olmayan Filistinli aydınlar da bulunmaktadır.
2 Ağustos 1976 Entebbe Baskını, Mossad ajanlarının giriştiği önemli eylemlerden biriydi. Uganda sınırları içinde FKÖ tarafından esir alınan uçaktaki İsrailli yolcular Entebbe Havaalanı'ndan kurtarıldı. Bu baskın Mossad'ın tüm dünyaya bir gövde gösterisi oldu. Entebbe Baskını hemen filme alınmış ve "Entebbe" adıyla gösterilerek dünya çapında Mossad propagandası yapılmıştır.
İsrailli deniz komandolarının El-Fetih eylemlerinde kullanılan Lübnan'ın Tyre limanında demirli gemileri batırmaları, Lübnan'daki FKÖ kamplarının bombalanması hep Mossad'ın planlı eylemlerindendir. Bu eylemler dünya kamuoyunun önünde açıklıkla yapılarak, İsrail'in FKÖ-İsrail mücadelesi veren bir ulus olduğu imajı verilerek dünya çapındaki asıl eylemlerinin meraklı gözlerden saklanması sağlanır.
İsrail Dimona nükleer santraline sahip olduğu halde Bağdat yakınlarındaki Osirak nükleer reaktörünü havaya uçurarak dünya kamuoyuna nükleer silahlara karşı bir imaj verme gayretini de sürdürür.
Ebu Cihad "269. Birim" tarafından 1988 yılında evinde öldürülür. 1989 yılında İsrail komandoları Hamas lideri Şeyh Abdülkerim Obeid'i kaçırır. 1992'de Hizbullah lider kadrosundan Abbas Musavi Güney Lübnan'da İsrail timleri tarafından öldürülürken, Körfez Savaşı sırasında Scud füzesi saldırılarına misilleme olarak Irak lideri Saddam'ı öldürmek için "269. Birim" komando timinin Türkiye üzerinden Irak'a girmesine ilişkin plan tim görevlilerinden birinin kazayla silahını erken ateşlemesi üzerine yarım kalır. Bu operasyonun detaylarını İsrail Genelkurmay Başkanı General Ehud Barak ve Aman Başkanı'ndan oluşan bir grup saptamıştır. 1994 yılında da İslami Cihad üyesi gazeteci Hani Abed Gazze Şeridi'nde arabasına konulan bombayla öldürülür.
Aman tarafından yürütülen operasyonla İslami Cihad örgütü lideri Fethi Şakaki Ekim 1995 tarihinde Malta'da öldürüldü. Saldırının kim tarafından düzenlendiği resmi olarak ortaya çıkmadıysa da, İsrail tarafından gerçekleştirildiği biliniyordu. Kaddafi'nin bu operasyonda Aman'a yardım etmesi iddiası ise bir başka çarpıcı gerçektir.
Bir süre sonra da yine Filistin direnişinin önemli isimlerinden biri olan Yahya Ayaş öldürülür. Mossad Ayaş'ı cep telefonuna yerleştirdiği patlayıcı ile ortadan kaldırmıştır.


ENTEBBE BASKINI VE İDİ AMİN'İN MİSYONU


27 Haziran 1976'da, Paris-Tel Aviv seferini yapmakta olan 139 sefer sayılı Air France uçağı, teröristlerce kaşırılarak Uganda'nın Entebbe Havaalanı'na indirilir.
Basına yansıtıldığı kadarıyla teröristlerin liderleri, ikisi FKÖ'ye mensup Filistinli, diğer ikisi ise Baader-Meinhof Çetesi üyesi toplam 4 kişidir ve uçağı da hapisteki arkadaşlarını serbest bıraktırmak amacıyla kaçırmışlardır. Ancak olayı ayrıntılarıyla incelediğimizde bu "senaryo" ile uyuşmayan bir çok ayrıntı ile karşılaşmaktayız.
Uçakta mürettebat ile birlikte 250 kadar yolcu vardır ve bunların 83 tanesi İsraillidir. Çok iyi silahlanmış oldukları görülen teröristler, uçaktaki tüm Yahudileri alıkoyarken, kalan yolcuların hepsinin gitmelerine izin verirler. Teröristlerin kalabalık arasından Yahudileri bularak yaptıkları bu seçim insanlara, Nazilerin toplama kamplarına gelenler arasından gaz odalarına yollamak üzere Yahudileri seçmelerini anımsatmıştır.
Terörist grubun lideri konumundaki kişi Wilfred Boese'dir. Boese, Baader-Meinhof Çetesi'ne üyedir ve Avrupa polis teşkilatları tarafından aranılan bir suçludur. Ancak asıl önemli özelliği "Çakal" Carlos olarak tanınan "suç makinesi"nin yakın dostu, yardımcısı ve teknik danışmanı olarak tanınmasıdır. Terörist gruptaki bir diğer kişi, Gabriele, Alman uyruklu bir suçludur fakat o da kendisini Halime isminde bir Filistinli olarak tanıtmıştır. Carlos'un onunla da organik bir bağı vardır: Gabriele ve "Çakal"ın birlikte yaşadıkları bilinmektedir.

Boese ve Gabriele'in yanısıra, uçakta Carlos'un da bulunduğu açıklanır. Çakal "İlich Ramirez Sanchez" Carlos dünyaca tanınan bir teröristtir ve pek çok şiddet eylemine karıştığı için o da Boese gibi dünyanın her köşesinde aranmaktadır. Üstelik hareketleri gizli servisler tarafından adım adım takip ediliği halde bir türlü yakalamak mümkün olmamıştır. Bu durum da onun bazı istihbarat teşkilatları ve özellikle de yakın bağlantıda olduğu Mossad tarafından taşeron olarak kullanıldığı imajını güçlendirmektedir.

Peki ama teröristlerin açık kimlikleri böyleyken, neden kendilerini Filistinli olarak lnse etmek yoluna gitmişlerdir? Eylemin ayrıntılarını incelemeye devam edelim.

Uçağın kaçırılarak indirildiği yer özellikle seçilmiştir. O sırada Uganda'nın başında İdi Amin görev yapmaktadır ve İsrail ile oldukça sıcak ilişkilere sahiptir. Daha 1963 Nisanında, o zaman İsrail Savunma Bakanlığı'nda Müsteşar olan Şimon Peres Uganda ile askeri işbirliği yolunu açmıştır. Dışişleri Bakanı Golda Meir İsrail-Uganda arasında yardım ve işbirliği anlaşması imzalar. Mossad'ın askeri kanadı Uganda Ordusu'nun eğitimi görevini üstlenir ve ihtiyaç duyulan tüm teçhizatı tedarik eder. İsrail'in bu "yakın ilgi" politikası 1967'de Arap ordularıyla yapılan savaştan hemen sonra artarak gelişir ve İsrailliler, Afrika ülkeleri üzerinde daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla aktif bir siyaset benimserler. Uganda'da kurulan askeri eğitim merkezleri bu aktif siyasetin meyveleridir. 1971'e gelindiğinde 26 adet eğitim ve taşıma uçağı Ugandalılara teslim edilmiş, İsrailli danışmanlar bu ülkeyi "komşu kapısı" yapmışlardır. Zamanla kurulan sıcak ilişkiler güçlenecek ve İsrail'in "adamı" İdi Amin, henüz orduda albay rütbesinde olduğu yıllarda, Devlet Başkanı Milton Obote'yi karşısına almak pahasına İsrail'i savunup destekleyecektir.

İsrail'in Uganda'daki askeri birliğinin komutanı, Albay Bar-Lev, 1970'lerde Uganda'daki yabancı uzmanların faaliyetlerine son verilmesi kararı alındığında, İdi Amin'i ikna edebilmiş ve iki ülke arasında üç yıllık bir askeri eğitim programı imzalanmıştır. Amin tüm bu yardımları karşılığında, ilerleyen yıllarda fazlasıyla ödüllendirilecektir.
Ugandalı askerler eğitim amacıyla dönüşümlü olarak İsrail'e gönderiliyordu. Bu arada İdi Amin de sık sık yahudi ülkesini ziyaret ediyor, yeni dostluklar kuruyordu. Bir süre sonra Amin, çok nadiren yabancılara layık görülen "Paraşütçü Nişan Madalyası" ile şereflendirilir. Moritanya seyahatinde nişanını gururla göğsünde taşımaktadır.

İlişkiler, Amin'in Uganda'nın başkenti Kampala'da İsrail Askeri Ataşesi olarak görev yapan Za'av Şaham'dan özel bir operasyon isteğiyle doruğa ulaşır. Kongo'dan çok yüklü miktarda altın çalınmıştır ve bunların elden çıkarılması için İsrail'den yardım talep edilmektedir. İsrailli bankerler, altının kaynağını fazla "kurcalamadan" satış işlemlerini gerçekleştirirler.

1970 yılına girildiğinde Uganda'yı çalkantılı günler beklemektedir. Askeri bir darbeyle "anti-siyonist" Devlet Başkanı Milton Obote devrilir ve yerine İsrail'in "yakın müttefiki" İdi Amin başa geçer. Darbenin her aşamasında Mossad'ın desteği Amin'in yanındadır. CIA ve MI6 da bu darbeye bulaşmış görünmektedir.
Amin Uganda'nın başına geçer geçmez İsrail ve İsraillilerden nefret eden bir yahudi düşmanı görünümüne bürünür. Bu tavır, geçmişini bilenler tarafından komik bulunmaktadır.
Böylece 1976 yılına gelindiğinde, Air France uçağı önceden planlandığı şekilde Uganda'ya kaçırılır ve Entebbe Havaalanı'na indirilir. İsrail bu gizli operasyon sayesinde bir taşla iki kuş avlayacaktır: Hem "yapay anti-semitizm yaratma" faaliyetlerine bir yenisi eklenecek, İdi Amin yahudi düşmanı görüntüsünü tazeleyecek ve İsrailli askeri timlerin yapacağı rehine kurtarma operasyonu açık bir güç gösterisi olarak dünyaya duyurulacaktır. Her ne kadar "Entebbe" filminde Amin İsraillilere karşı hiç de dostane olmayan tavırlar sergiliyor gibi görünse de, hergün onları ziyaret ettiği, onların koruyucusu pozunda dolaştığı da bilinmektedir. Uçaktaki rehinelerden birinin günlüğünde göze çarpan şu satırlar, son derece çarpıcıdır:
İdi Amin Uganda'daki kalışımız süresince mümkün olduğu kadar rahat edebilmemiz için elinden geleni yapacağını söyledi. Afrikalı kadınlar bulunduğumuz yere koltuk taşıyorlardı. Hepimize yetecek sayıda koltuk getirdiler. Bundan sonra kahvaltı verildi: Çay, muz, ekmek, tereyağı, yumurta ve hatta patates. Arkadan bir doktorla bir hemşire geldi. Her birimize hasta olup olmadığımızı ya da tıbbi müdahale gerektiren herhangi bir şeyimiz olup olmadığını sordular.

Sonunda Mossad'ın ölüm timleri bitirici vuruşu gerçekleştirirler. Sayeret Matkal, Sayeret Tzanhanim ve Sayeret Golani Timleri başarılı bir operasyonla rehineleri kurtarırlar. Taaruz Gücü Komandoları ilk ateşi açtıklarında, bir dakika kadar bir süre içinde 7 teröristi avlamışlardır. Diğer üçünün ise Timler tarafından gizlice esir alındığı sanılmaktadır. Açılan ateş sırasında sadece iki yolcu hayatını kaybetmiş, İsrail askerleri ise sadece Seçkinler Birliği'nin lideri Teğmen Yonatan Netanyahu'nun öldüğünü açıklamışlardır. Netanyahu Ugandalı bir Sniper'ın (keskin nişancı) silahından fırlayan kurşunla vurulmuştu. Operasyon dünyaya şaşırtıcı boyutlarda destansı öğelere sahip askeri bir "macera" olarak tanıtılır. Komandolar da "savaşçılar"ın ruhuna sahip, askeri istihbarat ve rehine kurtarma konularında son derece iyi eğitim görmüş cesur insanlar olarak lanse edilir.

Operasyon esnasında nedense havaalanında çok az Uganda askeri bulunmaktadır ve bunlar operasyona hemen hiç müdahale etmemişlerdir. Operasyon son derece dakik yürütülmüş ve Uganda Ordusu'nun askeri destek ekipleri havaalanına ulaştıklarında rehineler uçaktan çıkarılmışlardır.
Görünürde operasyonla ilgili hiçbir bilgi dışarı sızdırılmamıştı ama çok sayıda gazeteci olayı dramatik boyutlarda ele alarak yazıya dökmüş, bir kaç hafta içinde tüm dünya basınında operasyonla ilgili methiyeler birbiri ardınca yayınlanmaya başlamıştı. Bu gelişmeleri müteakiben baskınla ilgili kitaplar yayımlandı ve bir de film çevrildi. Başrollerde dünyanın en meşhur aktörlerinden Burt Lanchester, Kirk Douglas, Elizabeth Taylor vardı.
Üzerinden yıllar geçtikten sonra, insanların hatırlarında Entebbe Havaalanında bir uçak kaçırma olayının yaşandığı, FKÖ'nün yeni bir terörist eylem amacıyla masum İsraillileri rehin aldığı ve mükemmel organizasyonuyla İsrail timlerinin rehineleri kurtardığı kaldı. "Operasyon" amacına ulaştı sözün kısası.


MÜNİH OLİMPİYAT KÖYÜ BASKINI ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELER


1972 yılında Münih Olimpiyat Köyü'nde İsrailli sporcuların bir grup özel tim tarafından kurtarma operasyonu sırasında öldürülmesi, "başarılı" Mossad eylemlerinden biridir.

İsrailli sporcular Olimpiyat öncesi yapılan onca tehdide rağmen neden korumasızdı, Olimpiyat Köyünde, olay esnasında neden hiç polis yoktu ve bu sporcuların kurtarılması için neden Filistinlilerin istekleri ısrarla yerine getirilmedi? Moshe Dayan'ın Başkanlığı'nda Mossad Şefi Zwi Zamir'in de aralarında bulunduğu, Münih'e gelen özel tim, kurtarma adı verilen katliamda ne gibi rol aldı? Golda Meir ve Zwi Zamir neden ısrarla uzlaşmaya yanaşmadı? Herkes özel timin Filistinlileri ve İsrailli sporcuları öldürdüğünü bildiği halde bu neden kamuoyundan gizli tutuldu ve katliamı Filistinliler yapmış gibi göstererek Golda Meir'in kurduğu X Komitesi tarafından birçok Filistinli aydın katledildi? Neden İsrailli sporcuların sürekli korumaları baskın sırasında görevleri başında değildi?

Tüm bu soruların cevapları hep aynı noktada kilitlenmektedir: Mossad bu eylemi propaganda amaçlı bir şova dönüştürmüş, Filistinli teröristlerin yanısıra İsrailli sporcuları da öldürtmüştür. Sporcuların ölümü FKÖ'ye yıkılmış, olayın ardından bir çok Filistinli aydın da olayla ilgili oldukları iddia edilerek vurulmuştur. Mossad'ın güvendiği dostlarından Yahudi Markus Wolf Doğu Alman Gizli Servisi STASI'nin başındadır ve Filistinli eylemcilerin kullandıkları silahları temin eden kişinin de kendisi olduğu iddialar arasındadır.

Sonradan yayınlanan bir deklarasyonda, Filistin Devrimci Destek Grubu, bu rehine pazarlığının İsrail hapishanelerindeki 200 Filistinliyi kurtarmak amacıyla yapıldığını açıklar. Bunun için İsrailli sporcular rehin alınır ve Alman polisiyle bir anlaşma yapılır. Ancak en başından itibaren Almanların bu anlaşmaya sadık kalmaya hiç niyeti yoktur, çünkü Bonn'daki İsrailli yetkililer hiçbir şekilde rehine-mahkum değiş tokuşuna yanaşmamaktadır. Tel Aviv'den gelen ve başkanlığını Moshe Dayan'ın yaptığı özel tim, Alman polisiyle toplantıya girer.Bu timde Mossad'ın başı Zwi Zamir de bulunmaktadır. Operasyonun hemen öncesinde Tel Aviv-Münih seferini yapan bir Boeing 737 ile iki İsrailli uzman Almanya'ya gelir. Kimlikleri çok gizli tutulan bu subaylar, operasyonun stratejik adımları için görüş bildirirler. Ardından ölüm operasyonuna yeşil ışık yakılır. Filistinlilerin yanında masum İsrailli sporcular da vurularak öldürülür. Her Filistinli eylemci için ikişer keskin nişancı olması gerekirken, 11 Filistinlinin bulunduğu yere sadece 5 vurucu görderilir. Bu yüzden atış kontrolü kaybolur ve nişancılar tüm hareketli hedefleri "nötralize" ederler. Kurtarma helikopterini kullanan pilot bile açılan ateş sonucu hayatını kaybeder. Yardımcı pilot yere yatarak ölü taklidi yapar ve canını kurtarmayı başarır.
Almah polisi İsrailli sporcuların kimler tarafından öldürüldüğünü kesin olarak ortaya çıkarabilecek otopsi sonuçlarını halka açıklamayı reddetmiştir.Tüm bunların bilançosu olarak FKÖ ve terörizme duyulan nefret bir kat daha artar, bir çok Filistinli aydın öldürülür, ve Mossad dünya çapında terörizmi bir kez daha kınadığını duyurur. Yahudi Dayanışma Birliği Başkanı Bertram Zweiben, verdiği demeçte "bunun misillemesi ancak dünya çapında Arap diplomatlarının öldürülmesiyle olabilir" diye konuşur. Çok açık bir mesajdır bu.


MOSSAD'IN NÜKLEER OYUNLARI


Mossad'ın en önemli görevlerinden biri de İsrail'in büyük bir nükleer güce ulaşmasıdır. Nükleer saldırı silahları dünyada çok az devletin sahip olduğu bir avantajdır ve caydırıcı özellikleri de tüm konvansiyonel silahların üzerindedir. Ortadoğu'da henüz nükleer silah üretebilecek teknolojiye ulaşmış devlet İsrail'in haricinde yoktur ve bu ayrıcalığını İsrail asla kaybetmek istememektedir. Bununsa tek yolu vardır, kendi gücü korunup geliştirilirken, tehdit arzedebilecek tüm düşmanların nükleer güce sahip olma girişimleri engellenmelidir.
İsrail'in kuruluşundan itibaren Devlet Başkanı Ben Gurion, nükleer güç elde etmeyi Devletinin en önemli stratejik hedeflerinden birisi olarak açıklar ve İsrail kurulduktan henüz 7 ay sonra , Fransız Atomik Enerji Komisyonu üyesi ve Fransız atom bombasının mimarı Maurice Surdin İsrail'e getirtilir. Rus kökenli bir Yahudi olan Maurice (asıl adıyla Moshe Surdin) önderliğinde, İsrail Atomik Enerji Komisyonu 1952'de faaliyete geçer. Komisyonun başına Ernst David Bergman getirilir. Ben Gurion, bilim adamları, askerler ve politik danışmanlar, nükleer bir reaktör satın almak için her fırsatı değerlendirmeye çalışırlar. Bu fırsat karşılarına 1955 yılında çıkacaktır.
Tel Aviv'in 10 mil güneyindeki Nahal Sorek'te Eisenhover'ın "barış için atom programı" dahilinde küçük bir reaktör oluşturulur. Aynı yıl Şimon Peres daha büyük bir tanesi için Fransa Hükümeti ile temasa geçer. Ben Natan, Fransa'nın İsrail'e nükleer reaktör vermesi için yoğun lobi faaliyetlerinde bulunur. 3 Ekim 1957'de Bourgers Maunoury ve Dışişleri Bakanı Pineau, Peres ve Natan ile gizli bir antlaşma imzalar. Anlaşma 24 megawatlık bir reaktörün gerekli tüm teknik donanımı ile İsrail'e verilmesini içermektedir.


Benjamin Yeruşalmi; MOSSAD ajanı Benjamin Yeruşalmi Burhan Yarısal takma adını kullanarak Türk pasaportu edindi ve İsrail'e uranyum kaçırdı
İsrail'de nükleer santral projesi tarihte görülmediği kadar gizli yürütülmüştü. Peres, İsrail istihbaratından nükleer santrallerine koruma vermesini istemedi. Çünkü ona göre İsrail'in nükleer gücünün, tamamen bağımsız bir "nükleer istihbarat servisine" ihtiyacı vardı. 1957'de Peres, nükleer meseleler için bu istihbarat servisini kurdu ve başına Bünyamin Blumberg'i getirdi. Blumberg daha önce Haganah'da çalışmış, 1948-49 Savaşı'ndan sonra Shin-Bet'e katılmış bir uzmandı. Shin-Bet'in "Lakam" departmanındaki görevi, Savunma Bakanlığı adına çeşitli projeler üstünde çalışan fabrikaların güvenliğini sağlamak ve bu projelerin gizliliğini korumaktı. Lakam ajanları bilim ataşeleri olarak Avrupa ve ABD'deki İsrail konsolosluklarına giderler ve edindikleri bilgileri Dışişleri Bakanlığı'ndan önce kendi ofislerine rapor ederlerdi. Bilim danışmanları halktan her türlü enformasyonu almakla ve gönderildikleri ülkedeki bütün bilim adamları ile ilişkiye geçmekle yükümlüydüler. Peres'in desteği ile Blumberg, Lakam istihbaratını diğer branşlardan ayrı tutuyordu. Isser Harel'e göre "Devletin üst düzeyinde bazı kişiler bile Lakam'ı oluşturan ünitelerden habersizdi" Fransa'dan gelecek yeni reaktör en üst derecede gizlilik konumuna sahipti. Bu reaktör için Negev Çölü seçildi. (Negev Tevrat'ta Hz. İbrahim'in sevdiği vaha olarak geçer) Bu konuda sadece Lakam değil, Fransız İstihbaratı da hassastı. Paris'ten bir ajan papaz kılığında Negev'e gönderildi. Dimona'daki nükleer santralin inşaatı başladığında yerli halka bir tekstil fabrikasının yapımına başlanıldığı söylendi. Bu fikir Blumberg'indi. Ancak Charles De Gaulle, İsrail'in Dimona Reaktörü'nü askeri amaçlarla kullanacağını hissediyordu ve bu, Fransız Başkanı rahatsız ediyordu. Mayıs 1960'da De Gaulle Dışişleri Bakanı'na, İsrail Konsolosluğu'nu artık Dimona'ya uranyum göndermeyecekleri konusunda haberdar etmesini istedi.

Fransa'nın silah ambargosu koyarak uranyum sevkiyatını durdurması üzerine İsrailliler zor durumda kalmıştı. Ama Moşe Dayan her ne pahasına olursa olsun bir atom bombası istiyordu. "Gerekirse bu nesneyi çalmalıyız" diyordu. Isser Harel'in yerine Mossad Şefi olan Meir Arit'e, 200 ton uranyum bulma görevi verildi. İsrail Gizli Servisi, Brüksel'deki Madenler Genel Merkezi'nin (MGM) depolarında büyük miktarda uranyum bulunduğunu tespit etmişti. Bu uranyum MGM'ye, Belçika Kongosu'nda faaliyet gösteren bir firmadan kalmıştı. Böylece bir operasyon planı yapıldı ve buna kimyadaki bir kurşun bileşeninin adı verildi: "Plumbot Operasyonu".

Operasyonun ilk adımı, uranyumu şüphe çekmeden satın alabilecek bir "iş arkadaşı" bulmaktı. Tabii bu kişi uranyumu olduğu gibi İsrail'e devredecekti. Nihayet Mossad ajanlarından Daniel Aerbel Tel Aviv'e göreve uygun birisini bulduğunu bildirdi. Bu kişi Alman bir işadamı olan Herbert Schulzen'di. Shulzen, Wiesbaden de kurulmuş olan "Asmara Kimya Şirketi"nin ortağıydı. Bu şirket kimyasal ve radyoaktif zehirlenmelere karşı kullanacak yeni ilaçlar ve yöntemler bulmakla uğraşıyordu.

Fakat Shulzen'in küçücük şirketinin 200 ton uranyumu değil işletmek, depo bile edemeyeceği aşikardı. Bunun MGM yöneticileri tarafından anlaşılması zor olmayacağından, Asmara'ya İtalya'dan Sarca adında paravan bir ortak firma bulundu.

Plumbot Operasyonu bir saat gibi kusursuzca işliyordu. MGM'nin elindeki plutonyumu "yasal" yollardan alabilmek için gerekli zemin oluşturulmuştu. Ancak aşılması gereken iki önemli nokta daha vardı. Bunlardan birincisi plutonyumun İsrail'e sevkiyatıydı. İkincisi ise EURATOM (Avrupa Atom Enerjisi Teşkilatı) kontrollerinden sıyrılabilmekti. Eğer teşkilat derinlemesine bir inceleme yaparsa işin iç yüzü meydana çıkabilirdi. Ancak Mossad tüm bunlara hazırlıklıydı. EURATOM başkanı Etienne Hirsch ve Atom Enerjisi Komiserliği başkanı Robert Henry Hirsch bilinçli birer yahudiydi.
Sevkiyatı gerçekleştirmek amacıyla Zürih'te, 24 saat gibi kısa bir sürede "Biscayne Traders Shipping Corporation" isimli paravan bir şirket kuruldu. Ardından bunun aracılığıyla Liberya orijinli bir başka deniz taşımacılığı şirketi meydana getirildi. Şirketin başkanı Daniel Ert tecrübeli bir Mossad ajanıydı. Diğer ortak ise bir Türk armatörü, Burhan Yarısal olarak gösterilmişti. Ancak bu isim sahteydi ve aslında Burhan Yarısal diye tanıtılan kişi de bir başka Mossad ajanı, Benjamen Yeruşalmi idi. Yarısal/Yeruşalmi 1968 yılının 27 Eylülünde 1,2 milyon mark nakit ödeyerek 78 metre boyunda "Scheersberg" isminde bir tekne satın aldı. Geminin kaptanı Percey Barrov da, rahatlıkla tahmin edilebileceği gibi, bir Mossad ajanıydı.
Barrov ve emrindeki istihbarat subaylarından oluşan mürettebat, EURATOM'dan izin çıkar çıkmaz uranyumu gemilerine yüklediler ve Kıbrıs'a doğru rota çizdiler. 29 Kasım 1968'de, gece yarısına doğru Scherrsberg bir israil tankeriyle Kıbrıs açıklarında buluştu ve yükünü buna devretti. Artık İsrail nükleer güce çok yakındı.
İsrail tankeri "malı" hızla Hayfa Limanı'na ulaştırdı ve uranyum buradan büyük güvenlik önlemleri altında Negev Çölü'ndeki Dimona Nükleer Santrali'ne taşındı. EURATOM uranyumun satış işlemlerindeki gariplikleri ancak 7 ay sonra farketti, ama bu da bir işe yaramayacaktı, olay örtbas edilmişti.
Böylece İsrail nükleer saldırı silahları üretebilecek kapasiteye ulaşır ve hiç gecikmeden bunların hazırlanmasına da başlar. Bu arada yahudi lobilerinin ve İsrail Gizli Servisi'nin yoğun çalışmaları bu nükleer silahların dünyanın gözüne batmasını engeller. The Samson's Option adlı kitabında yazar Seymour Hersh, ABD başkanlarını İsrail'in sürekli genişleyen nükleer kapasitesini dünya kamuoyundan saklamakla itham eder. Ayrıca çeşitli çevreler tarafından batılı ülkeler, tüm casus uyduları ve gizli teknolojik "sürveyans" sistemlerine rağmen İsrail'e inanmakla "saflık" gösteriyor olmakla suçlanır. Ancak tüm bunlar sonucu değiştirmez.

Bugün, Nükleer Silahların Sınırlandırılması Antlaşması'nı imzalamamış olan İsrail'in füzeleri, Yakın ve Ortadoğu'da nüfusu 100 bin kişinin üzerindeki her şehri vurabilecek kabiliyettedir. Hedefe isabet oranı son derece yüksek olan Jericho 2B tipi balistik füzeler, taşıyabildikleri nükleer savaş başlıklarıyla 1.660 km'lik hedef çapına sahiptirler ve bu mesafe Türkiye sınırlarındaki her noktaya ulaşabilecekleri anlamına gelir. Bu uzun menzilli füzelerin yanısıra, İsrail ordusunun cephaneliklerinde Jericho 1 tipi 650 km menzilli, ve MGM5-2C Lance tipi 130 km menzilli füzeler bulunmaktadır. İsrail Ordusu ayrıca nükleer savaş başlıklarını yükleyebileceği bombardıman uçakları ve uzun namlulu toplarıyla büyük bir nükleer tehdittir.

Kurulduğu günden bu yana hep ulaşmaya çalıştığı hayali artık İsrail için gerçek olmuştu. Dünyanın en büyük nükleer santralleri arasında girmeyi başaran Dimona ile birlikte, İsrail de dünyanın en güçlü devletleri arasına katılmıştı. Şu an tahmin edildiği kadarıyla (İsrail gerçek rakkamları ve sahip olduğu gücü dikkatle gizlemektedir) İsrail, dünyada ABD, Rusya ve Çin'den sonra dördüncü büyük nükleer güçtür.

Ancak İsrail'in çok önemli bir problemi vardı. Nükleer bir reaktör kurmuş, uranyum çalmış, uzmanlar getirtmiş ve sonunda nükleer silah üretme teknolojisine kavuşmuştu. Fakat tüm bunlar büyük gizlilik içinde yürütülüyordu. Durum böyle olunca da dünyanın bundan haberdar olması beklenemezdi. Oysa nükleer silahların en önemli özellikleri kullanılırlıkları değil, caydırıcılıklarıydı. Nitekim Soğuk Savaş döneminde, dünyanın iki süper gücü, ABD ve SSCB, inanılmaz bir silahlanma yarışına girmişlerdi. Bunun temelinde ise "düşmanından bir fazla silaha sahip olursan sana saldıramaz" düşüncesi yatmaktaydı. Aynı satrançtaki gibi, taraflar ilk saldırıyı yapabilmek için güç dengesinin kendi lehlerine değişmesini bekliyorlardı. Bunun yolu da daha çok, daha kabiliyetli, vuruş gücü ve savaş başlığı sayısı daha yüksek nükleer silaah üretmekten geçiyordu.
Bu güç İsrail'de vardı. Ama sorum şuydu: Bunu kimse bilmiyordu. İsrail tüm çalışmalarını son derece gizli yürütmüş, planlarını dünyanın gözünden kaçırmayı başarmıştı. Zaten plutonyum çaldığını, kurduğu santrali enerji üretimi için değil askeri amaçları için kullandığını açıklaması da beklenemezdi. Peki o halde sahip olduğu üstün nükleer silahların tanıtımını nasıl yapmalıydı? Kendisi için tehdit oluşturanlara nasıl gözdağı verecekti?
Mossad bunu da sansasyonel biçimde yapmanın yolunu buldu.


MORDECAI VANUNU OLAYI
1986 yılı Ekim ayında, tüm dünyada yankı uyandıran bir olay gerçekleşti. İsrail'den kaçan bir teknisyen, bir İngiliz gazetesine İsrail'in dev bir nükleer santrale sahip olduğunu ve burada çok sayıda nükleer silah ürettiğini açıkladı. Söz konusu reaktör, Negev Çölü'ne kurulmuş olan Dimona Nükleer Santrali idi. Dünyanın en büyük nükleer santrallerinden biri olan Dimona'da silah üretildiğini haberini basına sızdıra "hain", Mordecai Vanunu adında Dimona'da on yıl geçirmiş bir bilim adamıydı.
İsrail ordusunda askerlik görevini mühendis-teknisyen olarak yaptıktan sonra, Tel Aviv Üniversitesi'nde açılan nükleer fizik kurslarına devam etti. Ardından Dimona'daki Nükleer Araştırma Merkezi Kamag'a (Kirya le-Mechkar Gar'ini) iş başvurusunda bulundu. İşe alınmadan önce ilk olarak Dimona'nın güvenlik subayları tarafından araştırıldı. Bu subayların Shin-Bet ile yakın çalıştıkları bilinmekteydi. Alkol ve uyuşturucu kullanmadığı, sabıkası olmadığı, radikal siyasi görüş taşımadığı tesbit edildikten sonra ilk aşamayı geçtiği bildirildi. Ardından fizik, kimya, matematik ve İngilizce kurslarına yollandı. İki aylık eğitimden sonra sınava alındı ve bunu da başarıyla geçti. Tüm bunların ardından ilk defa Dimona'ya getirildi ve burada bir "sözleşme" imzaladı. Öğrendiği herşeyi gizli tutacağına, gördüğü ve duyduğu hiçbir şeyi başkalarına anlatmayacağına dair yemin etti ve sonunda Vanunu, Dimona'daki görevine başladı.
Bu seremonilerin üzerinden on yıl geçti ve Mordecai Vanunu, elinde bir sürü belge ve fotoğrafla Avustralya'ya "tatile" gitti. Dimona'daki işinden kovulmuş ve parasız kalmıştı. İki ay sonra bir gelişme daha oldu ve Vanunu Hristiyan olmayı tercih etti. Avustralya'da tanıştığı Kolombiya asıllı bir gazeteciyle, Oscar Guerrero ile yakın dostluk kurdu. Ve bir süre sonra da sırrını yeni dostuna söyleyiverdi. Elinde, Dimona'da gece vardiyalarında çektiği iki rulo renkli film vardı ve bunları ne yapacağını bilemiyordu! Guerrero bu filimleri çekebilecek kamerayı nükleer tesise nasıl soktuğunu, neden böyle bir tehlikeyi göze aldığını, çektiği filmleri İsrail'den nasıl çıkardığını hiç sormadı. Bu detaylara gerek yoktu. Karşısında altın bir yumurta yumurtlamak üzere olan bir tavuk duruyordu. Elindeki sansasyonel haberi bir kaç gazete ve dergiye teklif etti ancak hiçbiri bunun güvenilir bir kaynak olduğuna inanmıyordu. Sonunda Londra Sunday Times Guerrero'ya bir şans vermeyi kabul etti. Kısa bir süre sonra İsrail'in nükleer gücü dünyanın gözleri önüne serilmişti. Bu, İsrail'in düşmanlarına açık bir mesajdı: Sakın denemeyin...
Mordecai Vanunu yakalandı ve İsrail'de hapse atıldı, fakat belleklerde cevaplanmamış bazı sorular kalmıştı:
- Vanunu neden vatanına ihanet etti?
- İsrail'in en değerli ve en iyi korunan tesisine bir kamerayı nasıl sokabildi?
- Kimseye yakalanmadan 60 poz film nasıl çekebildi?
- Bu filmleri tesisten nasıl kaçırdı?
- Aceleyle çektiğini söylediği filmlerde tüm ayrıntılar çok net ve berraktı, bunu nasıl başardı?
- Bu filmleri ülke dışına nasıl çıkarabildi?
Detaylarına indikçe daha da çetrefilleşen ve izahı zor bu senaryo, Mossad'ın bilgisi haricinde gerçekleşme imkanı bulamazdı. Dimona'nın onlarca kilometre çapındaki çevre bölgesinde "uçan kuştan" haberdar olan Mossad, elindeki tüm teknolojiye rağmen bu teknisyenin ihanetini görememiş miydi?

 
Solda, İsrail'in Necef Çölü'nde gizlice inşa ettiği Dimona Nükleer Santrali. Ortada, Mordechai Vanunu. Dimona'da çalışırken, santralin fotoğraflarını "gizlice" çeken ve İsrail'in nükleer kapasitesini dünya basınına yansıtan İsrailli teknisyen. Ancak İsrail gizli servisi tarafindan yakalandı ve İsrail'e götürülüp mahkum edildi. Sağda, "Vanunu Şovu"nun en çarpıcı örneği. Vanunu olayını konu eden Hollywood yapımı "Secret Weapon" adlı film. Gerçekte İsrail'in  nükleer gücü Vanunu olayından çok daha önceleri de biliniyordu. Ancak Yahudi devleti, bilinçli olarak yaptırdığı bu sızıntı ile birlikte, Ortadoğu'daki diğer ülkelere gövde gösterisi yapmış oldu. 
Aslında Dimona'nın varlığı, ilk olarak Mordecai Vanunu tarafından ortaya çıkarılmış da değildi. Belirli çevrelerin durumdan, reaktör kurulduğu zamanlardan beri haberi vardı. Kennedy'nin olağanüstü bir suikaste kurban gitmesi, Dimona'ya karşı çıkmasıyla bağdaştırılmamış mıydı? 1980 yılı Aralık'ında Dimona'nın resmini basarak tesisi tanıtan dergi, Türkiye'de yayımlanan Hayat Dergisi değil miydi? 19 Aralık 1960'da Times Dergisi'nin birinci sayfasını muhabir Finney'in "Dimona" başlıklı haberi kaplamamış mıydı?
Aslında İsrail'in gözbebeği tesisi biliniyordu, ama son zamanlarda cesareti artan bazı düşmanlara açık mesaj vermek ve caydırıcılık gösterisi yapılması gerekliydi. Vanunu işte bu planın küçük bir parçasıydı sadece.


MOSSAD'IN BİR BAŞKA CASUSLUK NUMARASI:
"EICHMANN'IN KAÇIRILMASI"



İsrail’in ulusal propaganda konusu olan "Soykırım" anlatımını tüm dünya çapında canlı tutmak Mossad'ın işlevlerinden birisidir. Bu amaçla düzenlenmiş olan operasyonlardan biri de ünlü "Eichmann Olayı"dır. Nazi Almanyası'nda Yahudi konusuyla ilgilenen en üst düzeyiki SS'den birisidir Adolf Eichmann. Savaş sonrasında, Mossad'ın verdiği bilgilere göre, Mossad tarafından gizlendiği Arjantin'de yakalanıp İsrail'e götürülür ve yargılandıktan sonra idam edilir. Şimdi bu operasyonun detaylarını inceleyelim.

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Eichmann, savaş suçlusu olarak hapse atılmıştır. 1950'de hapisten kaçar ve Arjantin'e sığınır. Burada on yıl boyunca Ricardo Klement adıyla burada yaşar. Fakat Mossad onun peşindedir. Sonunda İsrail Gizli Servisi'nin ajanları Eichmann'ın izini yakalarlar ve operasyon planı yapılır.
11 Mayıs 1960'da akşam saat 18:30 da, Eichmann her zamanki gibi otobüsten indiğinde, 3 kişi tarafından etrafı sarılır. Bir dakikadan kısa bir süre içinde, bekleyen bir arabaya bindirilip, Buenos Aires'te kiralık bir eve götürülür. Yakalanışı esnasında hiçbir direnişle karşılaşılmadığından, sodyum pentatol gibi bir uyuşturucu, ya da kaçmasını engelleyecek ip veya kelepçe kullanılmaz. Eichmann kendisini kaçıranlara karşı koymaz, ve dudaklarının arasından şu sözler çıkar: "İsraillilerin elinde olduğumu biliyorum" (Daha sonra, bir gazetede Ben Gurion'un kendisinin bulunup yakalanmasını istediğini okuduğunu açıklayacaktır.)

Böylece Mossad elemanları Eichmann'ı İsrail'e götürürler. Hem ABD hem de SSCB bu operasyona destek verirler. Sözde Soykırım suçlularının yargılanmaları konusunda hassasiyetlerini göstermektedirler. Eichmann 1961 yılında Nisan-Aralık ayları arasında mahkemeye çıkarılır, yargılanır ve suçlu bulunur. 1962 yılına gelindiğinde bir savaş suçlusu olarak Ramleh Hapishanesi'ne atılmıştır. Aynı yıl burada asılarak cezası infaz edilir. Ölüsü de yakılır ve külleri de Akdeniz'in sularına savrulur. Eichmann'ın bilinen öyküsü böyledir. Fakat arkasında hiçbir iz bırakmadan tarihe gömülmüştür, kaçırılıp İsrail'e getirilen ve yargılanarak idam edilen kişinin gerçekten Eichmann olup olmadığı bile sadece Mossad tarafından bilinen bir sırdır.


EICHMANN'IN SİYONİST İLİŞKİLERİ


Adolf Eichmann, III. Reich'in "Yahudi İşleri" sorumlusu olduğu yıllarda gizli bağlantılar kurmuş biriydi. "Yahudi düşmanı" olmaktan çok, Siyonistlerin Alman Yahudilerini Filistin'e transfer etme hedefine destek olan bir yardımcı görünümündeydi. Öte yandan, kültürlerini incelediği Yahudilere de giderek daha fazla hayranlık besliyordu. Şalom'un ifadesine göre "Eichmann hiçbir zaman Yahudi karşıtı olmadığını her zaman Yahudileri sevdiğini söylüyordu". Eichmann'ın gençlik arkadaşlarından çalıştığı şirkete kadar hepsi, Yahudi cemaatinin içindeydi. Masonlara yaklaşması da bu sıralarda oldu ve Schlaraffia Locası'na kabul edildi.

Bu gelişmelerin hemen ardından da bir Nazi olarak daha iyi görev yapılacağına inandığından SS teşkilatına alındı. O yıllarda bugün bilinenin tam aksine Nazi Partisi Yahudi ve masonlarla dolup taşmaktaydı. Eichmann'ın görevindeki ilk işi masonluk hakkındaki bütün bilgileri dosyalamak ve masonluk müzesini kurmak oldu. Ardından Yahudilerle ilgili yepyeni bir bölüme geçti.

Eichmann'ın kariyerindeki hızlı yükseliş de bu sıralarda başladı. Öncelikle tam bir siyonist olarak yetiştirildi. Hatta Theodor Herzl'in "Der Judenstaat"ını (Yahudi Devleti) okuduktan sonra siyonizmi SS arkadaşları arasında yaymayı amaçladı. Eichmann'a verilen görev Almanya'daki Yahudilerin sağ ve güvenli şekilde Filistin'e yerleştirilmesiydi. O tarihte Nazi Partisi'nde Yahudi işlerine bakan görevlilerin izlediği politikanın özü, eski şartlardan nefret eden ve Filistin'e göç etmeyi istemeyen Alman Yahudilerinin üzerindeki siyonist etkiyi genişletmekti. Özel eğitilmiş olan SS subayları Siyonist çalışmaları teşvik ederken anti siyonist olanları da engelliyorlardı. Hatta Eichmann 1935 yılında Alman polis kararnamesinde, Filistin'e göç etmeye eğilimli olan siyonist gençlerin, diğer Yahudilere oranla kayırılmasını öneren bir kanun çıkarılmasını da başarmıştı.

Amaçlanan tek şey Alman Yahudilerinin kendi istekleriyle ya da bilinen diğer yollardan Filistin'e göç etmelerini sağlamaktı. Aynı yıl içinde Eichmann, Haavarah-Transfer adıyla bilinen bir antlaşmanın Nazi otoriteleri ve Filistin Yahudi Acentası arasında yapılmasını sağladı. Bu antlaşmaya göre Filistin'e gidecek olan Yahudiler paralarını da yanlarında götürebileceklerdi. Bunların yanısıra Eichmann Filistin'e gidecek öncülerin kullanması için 6 milyon poundun da toplanması işiyle ilgilendi.

1937 yılında Eichmann, Filistin topraklarının Yahudilerin yerleşmesine uygun olup olmadığını araştırmak üzere Filistin'e gitti. O sıralarda bir Nazi'nin ülke dışına çıkması özellikle uzak bölgelere gitmesi yasaktı.Bu hareket doğal olarak garip karşılandı.

Eichmann bir yıl sonra Yahudi Göç Ofisi'nin Viyana Başkanı olarak Viyana'ya atandı. Burada siyonist delege Motze Bar Gilad'la bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşma uyarınca, Eichmann genç Yahudilerin eğitilmesi için Viyana dışında bir çiftlik satın aldı. Gerekli malzeme sağlanarak burası bir savaş kampı haline getirildi. Elbetteki kampın ve eğitilen Yahudilerin korunması da Nazi askerlerine aitti. 1938'in sonuna kadar bu kampta 1.000 kadar Yahudi genç eğitildi. Bu gençler daha sonra Filistin'de bir çok Müslüman Arab'ın öldürülmesinden sorumlu Haganah, Stern ve Irgun çetelerinin kadrolarını oluşturdular.

Aynı sırada 150.000 kadar Yahudinin kanuni yollardan yurt dışına çıkarılması ve Filistin'e yerleştirilmesi yine Eichmann'ın sayesinde gerçekleştiriliyordu. 1939'da Prag'daki Yahudiler için, bir başka Yahudi göç bürosu kurdu.

1939 Şubatı'nda Viyana'da yapılan bir toplantıda Eichmann, Alman Yahudi liderleri ile bir antlaşmaya vardı. Viyana'da kurduğu kampların aynısının işgal altındaki Prag'da da kurulmasını kararlaştırdılar. 1940 yılında savaş bütün hızıyla devam ederken Eichmann gene Avrupa'dan 35.000 Yahudinin Filistin'e gönderilmesini organize etti. 1941 yılına gelindiğinde Eichmann, 250.000'den fazla Alman Yahudisinin düzenli bir şekilde Filistin'e yerleşmesini sağlamıştı.
Bu Yahudiler göç ederken mal varlıklarının büyük bir bölümünü Yahudi otoritelere bırakıyorlardı. Bu para yeni İsrail Devleti'nin kurulmasında kullanılıyordu. Parası olmayan "niteliksiz" Yahudiler ise Nazi Almanyası'na işgücü sağlamak için kamplarda toplanıyorlardı.


"EICHMANN'IN İDAMI" HİKAYESİNDEKİ KUŞKULAR


Hayatı boyunca Yahudi davasına hizmet etmiş birisinin Mossad tarafından yakalanıp İsrail'e getirildiği ve burada asılarak idam edildiği şeklindeki senaryo hiç inandırıcı değildir. Nitekim bir çok yazar ve araştırmacı bu konunun üzerine gitmiş, karanlıkta kalan sorulara cevap aramışlardır. Bu araştırmanın zorluğu, ortada Mossad'ın bilinmesini istediğinden başka bilginin bulunmayışında gizlidir. Eichmann'la ilgili tüm evraklar kayıplara karışmıştır ve hiçbir yazılı kaynak bulunamamaktadır.


Üstte, "Adolf Eichmann", İsrail'deki yargılanışı sırasında.
Adolf Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann hakkında iki dosya hazırlayan Nazi avcısı Simon Wiesenthal'ın iddiasına göre, Eichmann hiçbir zaman Arjantin'e gitmemiştir. Ölümüne kadar Avrupa'da yaşamış ve orada son nefesini vermiştir. Ayrıca Buenos Aires'deki Alman Büyükelçiliği'ne Arantin'de hiçbir savaş suçlusunun bulunmadığı haber verilmiştir.


MOSSAD'IN SOYKIRIM PROPAGANDASINI CANLI TUTMAK İÇİN 7 YILLIK "KORKUNÇ IVAN ŞOVU"
Eichmann olayının bir benzeri de "Korkunç İvan" davasıydı. Yedi yıl boyunca İsrail mahkemelerinde yargılanan ve basın yoluyla sürekli gündeme getirilen John Demjanjuk, İsrail'in soykırım propagandası yapmak için kullandığı bir şov malzemesine döndü.


Demjanjuk'un (solda) göstermelik mahkemesi 7 yıl sürdü. İsrailli yazar Yoram Sheftel'in "The Demjanjuk Affair" adlı kitabında (ortada) yazdığı gibi, bu sadece bir "şov mahkemesi"ydi. Sovu malzeme olarak kullananlar da doğal olarak en başta yahudi medyasıydi. Türkiyeli yahudilerin yayınladığı Salom gazetesi, konu hakkında düzinelerce haber yaptı.(sağda)

Oysa deliller, daha mahkeme başlarken bile bu olayın düzmece olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Duruşmalar sırasında Treblinka'dan kurtulmayı başaran beş kişi olduklarını iddia eden şahıslar Demjanjuk'un Korkunç İvan lakaplı kişi olduğunda ittifak ettiler. Fakat Sovyet arşivleri aksini idda ediyordu. Buna göre tanımlanan Korkunç İvan Manchenko, Demjanjik'tan 9 yaş büyüktü. Fakat Ona karşı büyük bir kampanya başlatılmıştı. Dönemin Adalet Bakanı Avraham Sharir, mahkeme öncesinde Demjanjuk'tan hep Nazi savaş suçlusu diye bahsediyordu. Savunma Avukatı Yoram Sheftel "Mahkemede hiç şansımız yoktu. Davalıya her gün gözdağı veriliyordu. Herkes onu linç etmek istiyordu" demişti. Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Yehuda Bauer ise "Demjanjuk davası, soykırım vahşetini İsrailli genç nesillerin gözleri önüne sunmuş olması açısından son derece önemlidir" diyordu.
Demjanjuk olayında şahitler ve avukatlar görevlerini tam anlamıyla yaptılar. Eichmann'ın avukatı gibi Demjanjuk'un avukatı da Yahudiydi. Bir yetkilinin belirttiği gibi İsrailli avukat Yoram Sheftel Demjanjuk'a yapılabilecek en kötü savunmayı yaptı. Soykırım senaryosu Korkunç İvan temsiliyle yedi sene kamuoyunu meşgul etti. Ve sonunda Demjanjuk serbest kalıp mükafatını aldı.


KENNEDY SUİKASTİNE GİDEN YOL


1960 yılında ABD'de yapılan başkanlık seçimlerini Demokrat Parti'nin genç ve karizmatik adayı John F. Kennedy kazandı. Başarılı her lider gibi onun da en az dostları kadar düşmanı vardı.
Özellikle İsrail Lobisi Kennedy'e sıcak bakmıyordu. Amerikan tarihindeki ilk Katolik Başkandı; ayrıca eski bir büyükelçi olan babası Joseph Kennedy de zamanında Lobi tarafından boy hedefi haline getirilmişti. Kennedy de Lobiye ve İsrail'e pek sıcak bakmıyordu; propaganda çalışmaları sırasında Yahudi Lobisi'nden aldığı ve seçim kampanyasına yapılacak yüklü bir bağış karşılığında Ortadoğu politikasını yeniden gözden geçirme teklifi onu Lobi'den bir hayli soğutmuştu.
İlerleyen aylarda da Başkan, İsrail yönetimiyle büyük bir çatışmaya girdi. Anlaşmazlık, İsrail'in nükleer programı nedeniyle patlak vermişti. İsrail Başbakanı Ben-Gurion, hummalı bir nükleer silah üretme programı izliyordu, Kennedy ise nükleer silahlanmayı durdurma programı çerçevesinde Yahudi Devleti'ni bu işten vazgeçmesi için ikna etmeye çalışıyordu.
Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Seymour M. Hersh, The Sampson Option: Israel, America and the Bomb adlı kitabında Kennedy ile Ben-Gurion arasında, İsrail'in nükleer programı hakkında "kavga"ya dönüşen fikir ayrılığını ayrıntılarıyla aktarır. Buna göre, bir keresinde dostu Charles Bartlett'e "Bu o... çocuklarının (İsraillilerden bahsediyor) nükleer kapasiteleri konusunda bana sürekli yalan söylediklerini biliyorum" diyen Kennedy, elinden geldiğince Yahudi Devleti'nin Dimona reaktöründeki gizli nükleer çalışmalarını engellemeye çalışmıştı. Ben-Gurion'un yazdığı mektuplarda kendisinden "genç adam" diye söz etmesi ve daha üst bir konumdaymış gibi bir üslup kullanması yüzünden de çileden çıkıyordu.
Bu arada Kennedy'nin Araplara yönelik olumlu bakış açısı da, onu İsrail ve Yahudi Lobisi nezdinde tam anlamıyla boy hedefi haline getirmişti. Kennedy'nin Ortadoğu'da adil bir politika uygulamaya niyetlendiği, daha senatör olduğu sıralarda Fransa'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir'i desteklemesiyle ortaya çıkmıştı. Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasını engellemek için Fransa'ya büyük askeri destek veren İsrail, JFK'nın "tehlikeli" biri olduğunu daha o zaman sezmişti. Genç Başkan, Beyaz Saray'a yerleştikten sonra da Arap ülkeleriyle, özellikle de Mısır'la olumlu ilişkiler kurmaya çalışmıştı.
Kısacası, Amerika ve İsrail'deki Yahudi liderler, oldukça büyük bir sorunla karşı karşıya kalmışlardı. Ancak Kennedy halktan çok büyük destek alıyordu ve bir sonraki seçimleri kazanacağına da kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak İsrail ve Lobi, bir beş sene daha kendi ideolojilerine ve stratejik çıkarlarına karşıt bir başkana tahammül edemezdi..
Peki ne yapmalıydılar? Kennedy ikna edilemeyecek gibi gözüküyordu; bunu zaten seçimden kısa bir süre önce denemiş ve ters tepkiyle karşılaşmışlardı. Bu durumda Kennedy'nin yerine geçebilecek muhtemel başkanlar üzerinde düşünmek gerekiyordu. Kennedy'nin Cumhuriyetçi Parti'den rakibi olan Nixon da onlar için pek işe yarar gözükmüyordu. Seçimlerde Nixon'a büyük bir destek verip Kennedy'nin kaybetmesini sağlasalar bile, yine de ellerine bir şey geçmeyecekti. Ancak bir başka isim, onlar için çok uygun sinyaller veriyordu. Bu, Kennedy'nin yardımcısı Lyndon B. Johnson'dı. Son dönemlerde özellikle dış politika konularında Kennedy'le çokça tartışan ve Başkan'la arası oldukça açık olan Johnson, Lobi açısından "ideal Başkan" prototipi çiziyordu. Politik kariyeri boyunca İsrail'e desteğini sık sık vurgulamış ve Başkan Yardımcılığı yaptığı dönem boyunca da Yahudi Devleti'ne olan sempatisini açığa vurmuştu.
Eğer İsrail ve Lobi, bir yolunu bulur da Kennedy'nin yerine Johnson'ı Başkan koltuğuna oturtabilirlerse, oldukça büyük bir iş başarmış olacaklardı. Ama bu normalde mümkün değildi; böyle bir koltuk değişimi için Başkan'ın ya istifa etmesi ya da ölmesi gerekiyordu. Başkan'ın istifa etmeye hiç niyeti yoktu ve geriye tek bir yol kalmıştı...


SUİKASTTE "SON HÜKÜM": BAŞKAN'I MOSSAD ÖLDÜRDÜ!...


Amerikan Kongresi eski üyesi Paul Findley'e göre Kennedy suikasti hakkında üretilen komplo teorileri arasında İsrail'in adı hiç geçmemektedir. Oysa Yahudi Devleti'nin Kennedy'i ortadan kaldırmak için çok fazla sebebi vardır. Ayrıca Findley'in dediği gibi Kennedy suikasti ile ilgili olarak sanık sandalyesine oturtulan Küba lideri Castro, mafya, fanatik anti-komünistler ya da diğer zanlılar bu işin üstesinden gelebilecek güç ve yeteneğe sahip değillerdir. (Oliver Stone'nun JFK adlı filminde ortaya konduğu gibi Kennedy suikasti son derece planlı ve sofistike bir eylemdir ve devlet içindeki bazı odakların işin içine karıştığı kesindir.) Findley, Mossad'ın Kennedy'i ortadan kaldırmayı isteyecek nedenlere ve bu işi yapabilecek güç ve yeteneğe kesin olarak sahip olduğunu hatırlatır. Bu gerçeğe rağmen sanıklar listesinde Mossad ve İsrail isimlerinin hiç geçirilmemesi, kuşkuları daha da artırmaktadır.
Kennedy'nin vurulduğu an
Kennedy suikastinde Mossad'ın rolü ile ilgili en detaylı çalışma ise Amerikalı araştırmacı Michael Collins Piper'ın 1993 yılında yayınladığı Final Judgement (Son Hüküm) adlı kitapta ortaya konur. Piper, 335 sayfa ve 600 dipnottan oluşan kitabında Kennedy suikasti ile ilgili "son hükmü" vermektedir: Suikast Mossad ürünüdür!...

Piper, öncelikle Kennedy ile İsrail yönetimi arasındaki çatışmanın detaylarını inceliyordu. Bu çatışma o kadar keskindi ki, İsrail Başbakanı Ben-Gurion, Nisan 1963'te Kennedy'nin varlığının İsrail'i tehdit ettiğini öne sürerek istifa etmişti.
Suikastin ayrıntılarında çok sayıda Mossad bağlantısı vardı. Piper, New Orleans Savcısı Jim Garrison (JFK filminde Kevin Costner'ın canlandırdığı kişi) tarafından suikast ile ilgili olarak soruşturmaya uğrayan Clay Shaw'a dikkat çekiyordu. Çünkü delil yetersizliği ile davadan beraat eden, ancak suikastle ilgisi olduğu aşikar olan Shaw, Mossad'ın paravan şirketi olarak işlev gören bir firmanın yönetim kurulunda çalışıyordu. (Piper'a göre, yönetmen Oliver Stone, JFK filminde Clay Shaw'un bu Mossad bağlantısını atlamıştır, çünkü Stone'un en büyük finansörü, Arnon Milchan adlı İsrailli bir silah tüccarıdır).

Piper'ın kitabında konuyla ilgili önemli bilgiler aktaran eski bir Fransız istihbaratçı vardır. Bu kişi, Mossad'ın suikastçilerle bağlantı kurarken, Fransız istihbaratındaki bir ajandan yararlandığını söyler. Mossad'la suikastçiler arasında aracılık yapan bu Fransız ajan, Cezayir yanlısı tutumundan dolayı Kennedy'den nefret etmektedir.

Piper, suikastteki Mossad bağlantısının hasıraltı edilmesine de değinir. Belli kişiler, suçu mümkün olduğunca uzak adreslere göndermeye çalışmışlardır. Suikasti inceleyen Warren Komisyonu'na, sorumlunun KGB olduğu konusunda en çok telkinde bulunan kişi, CIA eski Şefi James J. Angleton'dır. Angleton'ın en önemli özelliği ise İsrail ve Mossad'a olan yakınlığıdır; CIA Şefi olduğu dönemde "Mossad'ın manevi babası" ünvanını kazanmıştır.

Suikastteki "İsrail bağlantısını"nı güçlendiren bir başka nokta ise, Kennedy'nin ardından Başkan olan Johnson'ın İsrail'e olan büyük yakınlığıdır. O tarihe kadar görev yapan Amerikan başkanları içinde "en İsrail yanlısı" sayılan Johnson, ilk kez Yahudi Devleti'ne büyük miktarlarda silah yardımı yapmış, 1967 Savaşı sırasında İsrail'e gizli yollardan askeri araç ve deneyimli personel göndermişti. Paul Findley, Johnson hakkında şunları söylüyor: "İsrail hükümeti Johnson Başkan olursa herşeyin lehlerine dönüşeceğini bilmekteydi ve gerçekten de öyle oldu. Kennedy'nin ölümünden sonra ABD ilk defa İsrail'e çok geniş çapta silah göndermeye başladı. Lobi, Johnson döneminde lobi yapmaya gerek bile duymamıştı.